27 Şubat 2009 Cuma

Bazı Karadeniz İlçelerinin Tarihçeleri

ARHAVİ

Arhavi Halkı’nın Kökeninin Kısa Bir Tarihçesi

Kafkasya ve Doğu Karadeniz Bölgesi, MÖ dönemlerden beri çeşitli kültür ve uygar- lıklara yurtluk etmiştir. Arhavi halkı ve coğrafyası da bu tanımın içindedir.

Lazları da içine alan Kolheti kültürü bunlardan birisidir.

Kolheti ismi, tarihi süreç içinde siyasi bir birliğin adı olarak ortaya çıkmış, egemen olduğu coğrafyaya da kendi adını vermiştir. Lazlarla çok yakın ilişkisi bulunan Kolheti Kral- lığı, bu özelliği ile konumuzun özünü oluşturmaktadır.

Gerek coğrafi bir terim ve gerekse siyasi bir özne olarak tarihte, Kolheti ismi, değişik dillerdeki fonetik özellik ve telaffuz ayrılıkları nedeniyle, Kolh, Kolheti, Kolkis, Kolhida... ve benzeri oniki çeşit olarak yazılan ve söylenen bir isim olmuştur.

Önce bu oniki çeşit isimle literatüre geçmiş Kolhet’nin Laz terimi ile olan ilişkisine bir göz atalım.

Bizanslı tarihçi Prokopius “ Eskiden kullanılan Kolh adı, Laz adı ile değiştirilmiştir” diyor. ( 6. yüzyıl Priskos, Bella Cotli ve Savaş tarihi 11, 17)

Yine Bizanslı Agastias da, çok eski çağlarda Lazlara, Kolh deniliyordu diyor. (6. yüz- yıl Bizanslı Tarihçisi Agastias 1, 3 )

Öyle ise tarihte, Kolheti’ nin (oniki yazılışından biri ile) geçtiği her metin, Lazlardan veya Lazların da içinde bulunduğu siyasi birlikten bahsediyor demektir.

Şimdide Kolheti’nin neresi ve kimlere ait uygarlık olduğuna değinelim:

Kesin bir çizgi ile belirtmemiz mümkün olmamakla beraber Kolheti, Kafkas Dağları’ nın güney eteklerinden başlayıp Trabzon’a kadar uzanan, doğuda Suram eteklerine kadar va – ran bir bölgenin adıdır. İsminin tarihi süreç içinde, üzerinde kurulmuş bulunan Kolheti Krallı- ğı’ndan geldiği kesindir.

Kolheti Krallığı’nın orijini, eldeki mevcut kaynak ve arkeolojik bulgulara göre MÖ 12-11. yüzyıllara kadar izlenebiliyor. Başlangıçta iki halk gurubunun oluşturduğu, bilahare birçoklarının dahil olduğu ve geliştirdiği bir uygarlıktır. İlk dönemlerde krallığın halkını Eg- risililer (Laz) ve Abhaz-Abazalar oluşturuyordu. (George Amicba’nın Doçentlik tezi, Orta – çağda Abhazlar, Lazlar).

Ancak, Ergisi (Laz) ve Abhaz- Abaza isimleri, devletin belirleyici simgesi olarak hiç kullanılmamış, bütün kaynaklarda devletin oniki çeşit yazılışı ve okunuşu olduğunu anlattığı- mız Kolh, Kolheti, Kolhida, Kolkis... Krallığı olarak anılmıştır.

Milat yıllarında, Trabzon’a kadar olan bölgeye, Kolheti halklarından bir Megrel- Laz göçü olmuştur. Milattan sonraki ilk yıllarda da Romalılar bu Krallığı Egrisi (Laz) soyundan gelen krallara devretmişler ve Kolheti Krallığı’nın ismini Lazika Krallığı’na dönüştürmüşler- dir.

İşte bundan sonra Laz ismi tarih sayfalarına girmiştir. Bu ismin, yani Laz isminin ilk kullanıldığı eser, 79 yılında Romalı müellif Plinius’un “Naturalis Historia” adlı eseridir.

Lazika Krallığı ismi ortaya çıkmadan önceki dönemlerde Kolheti Krallığı veya oniki çeşit isminden biri söylendiği zaman halk olarak ya Egrisilerden (Laz) veya Abhaz- Abazalar- dan bahsediliyor demekti. Bilahare de Çerkesler, hatta İskitler bu uygarlığa dahil olmuşlardır. Gürcülerin Kolheti uygarlığına dahil olmaları Çerkes ve İskitlerden ve de Lazika Krallığı’nın ortaya çıkmasından çok sonradır. Gürcüler 483 yılında Laz ülkesine Perslerden kaçarak göç etmişler ve Lazlarla ilk defa bu göç sebebiyle tanışmışlardır. (Papili Lazer 58 – 69. sayfalar)

Gürcülerin bu uygarlık içinde en hakim halk ögesi olarak Krallığın başını çekmeleri, çok sonra, 11. ve 12. asırlarda olmuştur.

Lazcada ka takısı, küçüklük, yavruluk, özlük, pratiklik gibi içten birkaç anlatımı kap- sar. Mamalika, Xocika, Kuxraka kelimelerinde olduğu gibi. Bu takının, devrinin Roma lehçe- sinden alınmış olması çok muhtemeldir. Çünkü Kolheti Krallığı, Roma gibi dev bir imparator- luğu kuzey-doğu hududunda bulunan bir krallık iken, Roma tarafından kendisine sınır krallığı (vasallık) yüklenen ismi de Lazika Krallığı’na dönüştürülen, Roma’ya göre küçük bir krallıktır. Bu yüzden Laz ismine bir ka takısının eklendiği ve isminin, Lazika Kırallığı’na dönüştürüldü – ğü anlaşılmaktadır.

5. ve 6. yüzyıllarda Bizanslılarla Perslerin hemen her seferinde, Lazların da bazen bir yanda bazen de öbür yanda göründükleri büyük mücadelelerine şahit olmaktayız. Bu mücade- lerin getirdiği sosyal, politik ve askeri sebeplerle, Lazlar ikiye bölünmüşler, Rion nehri civarın- dakilere de Megrel, Çoruh nehri civarındakilere de Laz denilmiştir.

Boş kalan bölgeye, 483 yıllarında Persler den kaçan, kaçtıklarına yukarıda değindiğimiz ve bilahare de Arap istilasından kaçan Gürcüler yerleşmişlerdir. Böylece de bugün Acara-Gur- ya denen bir ara bölge oluşmuştur.

Çağımızda kardeş olan iki halktan Hıristiyan olarak Megrellerin Kafkasya’da, Müslüman olarak da Lazların Doğu Karadeniz’de yaşamlarını sürdürmelerinin kökeninde bu tarihi olay ya- tar.



Arhavi halkının, Laz kökenli, yani otokon olanlarının soyu, Çoruh vadisi orijinli Laz

kökünden gelir. Bilahare Osmanlı yönetimine girmişler ve Müslüman olmuşlardır.

Günümüzdeki Arhavi İlçesi köyleri ve Hopa çevresi de bu sırada Osmanlı yönetimine alınmıştır. Fatih torunu Yavuz Sultan Selim Padişah olmadan önce Trabzon’da vali olarak bulunmuştur. 1510 yıllarında Yavuz Sultan Selim Arhavi üzerinden geçerek Batum’un yanın- daki Gönye Kalesini feth etti. Böylece Gönye Sancağı kurulmuş Arhavi çevresine bir nahiye olarak Hopa ile birlikte bu sancak örgütüne bağlanmıştır.

1877 (93 harbinde) yılından önce Batum ve havalisi Türklerin elinde bulunduğu zamanlarda Arhavi, Göney mu tasarrufluğuna bağlı ve idari teşkilatı ilçe olarak yer almış, ilçe merkezinde bugünkü kale (Kabisre) mahallesi iken, 1877 (93 harbinde) yılından sonra Batum ve Gönye havalesinin Rusların eline geçmesinden sonra Arhavi Trabzon İline bağlı Rize mu tasarrufluğuna bağlanmıştır. Bu tarihlerde Hopa ve Fındıklı ilçelerine bucak alarak Arhavi’ye bağlı iken, 1900 yıllarında iktisadi sebeplerden dolayı, Hopa ilçe olmuş Arhavi bucak olarak Hopa’ya bağlanmıştır. 1936 yılında Hopa ilçesi Artvin’e bağlanınca, Arhavi bucağında Artvin’e ek olmuştur. Arhavi 1 Haziran 1954 yılında tekrar ilçe haline getirilmiştir.

http://www.arhavisitesi.com/arsite/index.php?option=com_content&task=view&id=15&Itemid=34

HOPA

Yeryüzünün en gelismis sehirleri genellikle anayollar, limanlar, istasyonlar, deniz ve akarsu yollarinin kenarlarinda kurulmus, yesille-mavinin kucaklastigi yerlerdir" tanimlamasini dogrulayan sirin bir serhat ilçesi Hopa.

Ilçe, Rize-Trabzon illerinin, Artvin, Kars, Ardahan, Erzurum, Gürcistan, Rusya ve Türk Cumhuriyetleri'yle irtibatlanmasini saglayan önemli bir konuma sahip. 289 km2 lik yüzölçümü ile dar bir kiyi seridi üzerinde bulunmasi nedeniyle, Hurri-Mittani uygarliklarindan baslayarak tarih sahnesindeki yerini almaya baslamis. Sirasiyla Iskitler, Helen, Roma, Pers ve Arap kültürlerinin hakimiyetini yasamis bir yöre olan Hopa, XI yy.da Anadolu'ya yerlesen Türk Medeniyetleri ve daha sonra Yavuz Selim'in Kirim seferi sayesinde, Osmanli topraklarina katilmis, bu yörede yasayanlar Islamiyet'i kabul etmisler ve Müslüman olmuslar. Ortahopa Mahallesi ile Kuledibi Mahallesi arasinda yer alan Toli Uça (Siyah Göz) Tepesi'nin bulundugu yerde geçmiste bir kilisenin varligini teyit eden bir enkaza rastlandigi söyleniyor.

Dolayisiyla yöre halkinin Kafkas kökenli Hristiyan Tabali milletlerden meydana gelmesi olasi. 1877-1878 Osmanli Rus Savasi, yöre halkinin büyük bir kisminin göç etmelerine neden olmus. 20.yüzyilin ilk yarisinda Çarlik Rusyasi'nin devrilmesiyle Ruslar, bölgeyi terketmis ve Hopa'nin yerlileri de kendi bölgelerine dönüs yapmislar.

Bazi kaynaklardan edinilen bilgilere göre; Hopa ve Artvin yöresinden bahsederken, Ayni Iskit, Pontus, Roma hakimiyetlerinden sonra VIII. yüzyilda Sasani egemenligi, daha sonra Bizans hakimiyeti, 1068'de de Sultan Alparslan' in emirlerinden Emir Ebulkasim tarafindan hegemonya kurulmasinin rivayet edildigi bilinir. Yillar sonra Anadolu Selçuklu Sultani Alaettin Keykubat ülkesine katmissa da, yerini bir müddet sonra Mogollara birakir, Mogollardan Ilhanli Devleti'nden izin alarak Sergis atli Kipçak Beyi bu yörede bir atabeylik kurar. Timur ve Kayakoyunlu hakimiyetlerinin sona ermesinden sonra yerini Safevi hakimiyetine birakir. En sonunda 1537 yilinda Hopa, Osmanli topraklarina katilir. Yöre insani göçler esnasinda Hazar kiyilari ve Kafkas eteklerine yerlesen Türk boyu olarak biliniyor .Rum Pontus hakimiyetinin sona erdirildigi 1471 tarihi itibariyla Osmanli Imparatorluguna baglanan ilçe, Yavuz Sultan Selim Han'in Hopa üzerinden Batum'a gelerek Gönye Kalesi'nin fethini gerçeklestirmesi ile, Gönye sancagina baglanir. 1877 (93 harbi) ile Gönye sancagindan Rus topraklarina giren geçmesiyle ilçede sikintili dönemler yasanir. 1578' de Atabeylerin son kalintilari Lala Mustafa Pasa tarafindan kaldirilir ve Osmanli döneminde Hopa ve Artvin yöresi zaman zaman Trabzon, zaman zaman da Erzurum Vilayetleri'ne baglanir. 1878' de Osmanli-Rus savasindan sonra 40 yil Ruslar'in egemenligi altinda yasayan Artvin yöresi, Kurtulus Savasi'nda Kazim Karabekir Pasa'nin Gürcü Ordulari'ni dagitmasiyla, 14 Mart 1918'de geri alinir.

"Hopa" adi, bir kisim arastirmaciya göre Anadolu'dan baliklarin yasadigi küçük su birikintilerine, baliklarin saklanmasina uygun, derelerdeki sigintilara "HOPO" denilmesinden gelir. Iskaristi (Balikli) Dagi'ndan kaynagini alarak denize kavusan ilçeye bu ismin verilebilecegi düsünülebilir. Ayrica Dogu Anadolu'da kadinlarin bostan sulamak için yaptiklari küçük çukurlarda biriken suya da "HOPO" deniliyor. Yörenin bol yagis almasinin bu ismi çagristirmasinda etkili. Bir rivayete göre de Yavuz Sultan Selim Han, Gönye seferinde, su an Hopa diye bilinen sahil boyunda konaklama esnasinda agzindan çikan ilk kelamin bu yörenin ismi olmasina karar vermis. Sultan Selim Han'in atindan inerken "hopppa" demesi, bu yörenin adinin "hopppa" olarak kalmasina ve daha sonra degiserek günümüzdeki adini almasina neden olmus.

http://www.hopam.com/icerik.asp?id=2

ARDEŞEN

Doğu Karadeniz Bölgesi’nde, Rize iline bağlı bir ilçe olan Ardeşen, güneyinde Çamlıhemşin, batısında Pazar, doğusunda Fındıklı ilçeleri, kuzeyinde de Karadeniz ile çevrilidir. İlçe, Rize’nin Karadeniz ile arkasındaki kıyıya paralel sıradağlar arasında yer alır. İlçe toprakları dağlık ve engebeli bir arazi yapısına sahip olup, ilçe topraklarını Doğu Karadeniz Dağlarının uzantıları engebelendirir. Bu dağların yükseklikleri doğuya doğru gittikçe artmakta olup, küçük akarsular ile parçalanmıştır. Bu akarsuların denizle birleştiği vadi ağızlarında küçük düzlükler bulunmaktadır.

İlçe topraklarını Fırtına Deresi, Dolana Çayı ve Yeniyol deresi sulamaktadır. Rize’ye 47 km. uzaklıktaki ilçenin yüzölçümü 743 km2 olup, toplam nüfusu 58.499’dur.

İlçede Karadeniz iklimi hüküm sürmekte olup, güneyini kaplayan dağlar yanında, kuzey ve kuzeydoğu yönünde bulunan 3000 metre yüksekliğindeki Kafkas Dağlarının kuzey rüzgarlarından koruyucu etkileriyle kapalı bir mikroklima havzası oluşturmaktadır. Kıyı kısımları ılık ve bol yağışlıdır. İç kısımlara gidildikçe iklim sertleşir. Yıllık ortalama sıcaklık 14-15 C derecedir.

Sarp ve engebeli arazi yapısının ve ikliminin de etkisiyle İlçe’nin bitki örtüsü, genelde ormanlarla kaplıdır. Dağlık alanlarda kızılağaç, gürgen, meşe, kestane, ladin, köknar ağaçları bulunmaktadır. Alçak alanlarda teraslar halinde çay plantasyonları, narenciye bahçeleri, yeşil otlar vardır.

İlçenin ekonomisi tarım, hayvancılık, balıkçılık, gemi-tekne yapımcılığı, ormancılık ve dokumacılığa dayalıdır. Yetiştirilen tarımsal ürünlerin başında çay ve fındık gelmektedir. İlçede çay ve kağıt fabrikası bulunmaktadır. Kıyı kesimlerinde balıkçılık yapılmaktadır.

Ardeşen Miletoslu denizciler tarafından kurulmuş (MÖ.650-550) bir koloni yerleşimidir. MÖ.606 yılında bölgeye kısa bir süre de olsa Medler hakim olmuştur. MÖ.547 yılından sonra Anadolu’nun büyük bir bölümü ile birlikte Rize ve çevresi Perslerin yönetimi altına girmiştir. MÖ.334’te Büyük İskender Pers egemenliğine son vermiştir. MÖ.301-MS.117 arasında Perslerin Pont Satraplığının devamı olan Pontus Devleti buraya egemen olmuştur. MÖ.63’te Roma İmparatoru Pompeius’un Pontus Kralı Mithridates’i yenmesinden sonra bölge Roma İmparatorluğu’nun egemenliği altına girmiştir. Romanın ikiye ayrılmasından sonra Rize ve yöresi Bizans topraklarının içerisinde kalmıştır.

İstanbul’un Latinler tarafından 1204’te işgal edilmesinden sonra, Alexios Komnenos Gürcülerden de yardım alarak Trabzon’da bağımsız bir Trabzon-Rum Devleti kurmuştur (1204-1461). Bu dönem içerisinde Rize ve çevresi de Trabzon devletinin sınırları içerisinde kalmıştır.

Malazgirt Savaşı’ndan (1071) sonra Rize ve çevresi Selçukluların kontrolüne girmişse de daha sonra Trabzon Rum Devleti buraya yeniden hakim olmuştur. Fatih Sultan Mehmet’in 1461’de Trabzon’u ele geçirmesinden sonra Ardeşen, bir süre özerk kalmış, daha sonra Yavuz Sultan selim tarafından 1509’da Osmanlı topraklarına dahil edilmiştir.

Yavuz Sultan Selim Trabzon Sancak Beyi iken, Fırtına Deresinde ağaç parçalarını görmüş ve burada kimsenin yaşamadığını öğrenince; deredeki ağaç parçalarını göstererek “ Bu belde tenha değil, bakın dere yonga taşıyor. Bu yörenin ardı şendir” demiştir. Böylece Ardı şen sözcüğü zamanla halk dilinde Ardeşen’e dönüşmüştür.

XIX.yüzyılda Ardeşen Trabzon Vilayeti Lazistan Sancağına bağlı bir kasaba idi. I.Dünya Savaşı’ndan sonra 1916’da Rus işgaline uğramış, Rus İhtilalinden sonra Ruslar 10 Mart 1918’de Ardeşen’den çekilmişlerdir. Cumhuriyet döneminde Pazar ilçesine bağlı bir bucak iken, 1 mart 1953’te ilçe konumuna getirilmiştir.

İlçede günümüze gelebilen eserler arasında;

Ekşioğlu Camisi

Seslikaya Köyü Camisi

Tunca Köyü Camisi

Yukarı Durak Camisi

Işıklı Camisi

Pirinçlik Camisi

Fırtına Deresi Köprüsü

Süleyman Dede Türbesi

Kilise

Sivil Mimari Örnekleri bulunmaktadır.

http://www.ardesenliler.com/index.php?pid=75

PAZAR

İlçemize ait yazılı tarih öncesine rastlayan herhangi bir yerleşmeyi aydınlatacak çok net bulgulara rastlanmamakla beraber,yazılı tarihle beraber yöremizde yaşayanların genelde hayvancılık ve tarımla uğraştıkları bilinmektedir.M.Ö 2000-1200 yılları arsında yöremiz Hititlerin etkisi altında kaldığı sanılmaktadır.

M.Ö V111. Yüzyılda Mile tos'lu denizciler "Pazar yeri" adı verilen bir yerleşim birimini Kafkas sahil yerleşim birimlerine ulaşacak bir merkez koloni şeklinde oluşturmuşlardır.Yöre bir müddet sonra "Med" lerin daha sonra da Preslerin eline geçmiştir.
Yunan prenslerinden,biri gemilerle yöremize geldikleri ve ilçemizin önünde durduklarında denizden görünüşünü bir site devleti olan "Atina" ya benzettiğinden " Atina-Athena olarak adlandırmış ve Atina olarak adını almıştır.
Atina M.Ö.150 yılda Pontus krallığı hakimiyetine girer. M.Ö.66 da Roma İmparatorluğunun etkisine girer. M.S.395 te Roma İmparatorluğunun ikiye ayrılmasıyla Bizans'ın egemenliğine girer.

Atina 1204 yılında Trabzon Rum İmparatorluğuna tekrar geçmesinden sonra çeşitli göçlerin altında kalan Kafkas Milletlerinden Lazların-Megrellerin Abhazaların,Gürcülerin işgaline uğrayan Atina 1461 de Fatih Sultan Mehmet'in Trabzon seferinden sonra Osmanlı Türk egemenliğine geçer.1571 de Abhaza korsanların yağmasına maruz kaldı.1854 yılında Belediye olan 1864 yılında İlçe olan Atina 1877'ye kadar Batum sancağına bağlı tek ilçe idi.1877-1877 Osmanlı-Rus savaşından sonra Batum Ruslara kalınca önce Çoruh iline bağlandı.Daha sonrada idari yapıda Rize il olunca Rize iline bağlı tek ilçe oldu

http://www.pazar.bel.tr/yore/page.php?id=30

HEMŞİN

Tarihi geçmişi itibarıyla Hemşin yöresini"Rize ve çevresinin"içerisinde ele almak gerekmektedir.M.Ö ki dönemlerde Rize ve çevresinde çeşitli kavimlerin yaşadığı;yörenin zaman zaman değişik kavimlerin yönetiminde kaldığı bilinmektedir.

M.Ö 63'te Roma imparatorluğu egemenliğine girmiştir.Roma imparatorluğunun bölünmesi ile Rize ve çevresi Bizans yönetimi sınırları içerisinde kalmıştır.Bizans döneminde Rize'nin iç kısımlarında Alon,Kıpçak ve Kuman adlı Türk boyları yerleşmiştir.Bu Türk boyları içerisinde M.S623 yıllarında Hamam Beğ İdaresinde bugünkü Hemşin yöresinde bir oğuz Oymağı,dahja önce Oğuz-Türkmen -Partlı/Arşaklı Devletini kuran 1.Akşak(M.Ö 250 - M.Ö 257) tarafından Manua idaresinde bir ön kuvvet koruyucu olarak AmadanHamadan yöresine yerleşmişti.Uzun süre Amadan- Hamadan yöresini kendilerine yurt eedilen bu Türk oymağı.daha sonraları Sasaniler'in bu dine geçmeleri için zorlamaları üzerine .bu yörede tutunamayacaklarını anlayınca 623 yıllarında Hamam Beğ idaresinde Rize yöresine göçüp"Danpur"denilen yıkık kasabayı imar ettiler.Yeniden imar ettikleri bu beldeye beylerinin adına izafeten"Hamama Şen (Hamama Bad/Hamamın şenlendirdiği)"adını verdiler.Bu Türkçe ad zamanla Hemşen/Hemşin biçimine girerek günümüze kadar geldi.

Tarihi kaynaklardan Hemşinlilerin atalarının Hamadan/Hemedan'dan ayrıldıktan sonra Kars-Göle dolaylarına yerleştikleri;sonradan Acaristan ve Çoruh bölgesine inerek Çoruh'u karşıya geçtikleri ifade edilmekte ve Bizans kralı 6.Konstantin yerleştirildikleri belirtilmektedir.

Ayrıca Osmanlı vergi defterinde Hemşinliler için;"Muselmanı Kaldı"yani :1461 Osmanlı Fethi öncesi eski müslümanlar ifadesini kullanması da bu durumu doğurmaktadır.Akkoyunlu Türk Devleti zamanında (1350-1502) Rizenin güney kesimde yer alan Hemşine birçok Türk botu yerleşmiştir.Aşağı Çamlıca(vişe)ve Molaveyis(ülkü) köy de bulunan Koç heykelleri bu yörelerdeki doğu Anadolu ve Azerbaycan gibi diğer Türk bölgelerinde de bulunmaktadır.Koyun ve koç heykelleri ortaasya Türk kültüründen kaynaklanmaktadır.

Türkler göçüp yerleştikleri yerlerde ölen ilk atalarının mezar taşlarına taştan oyulma köç hetkeli dikerler,bu bir Türklük geleneğidir.

1461 yılında Fatih Sultan Mehmet'in Trabzon'u fethi ie birlikte Rize ve çevresi de Osmanlı topraklarına katılmıştır.1486 ve 1534 tarihli Trabzon sancağı Mustafassal Tapu tahrir defterine göre bölgenin merkezi yönetime bağlandığını görüyoruz.Bu kayıtlara göre Kaza-i Hemşen'e(Hemşin kazası) bağlı 34 köy bulunuyordu.Hemşin kazasının; Hemşin,kara Hemşin,Eskanos(Senos-Kaptanpaşa)olmak üzere üç nahiyesi vardır.1536 tarihinde yapılan yeni bir idari taksimatla Hemşin,İspir sancağına bağlanmıştır.

1600 tarihli kaynaklarda da bu sancağa bağlı olduğu görülür.1753 ve 1831 tarihli tapu kayıtları ile ilgili balgelerde de Hemşin kazasının Trabzon sancağına bağlı olduğu yazılmaktadır.1836 yılında yapılan yeni bir taksimatla Atina(pazar) ilçe,Hemşin'de pazar'a bağlı bir nahiye olur.Daha sonra 1856-1857 yıllarında Hemşin'in kaza olduğu bilinmektedir.Ancak 1878 yılında Berlin Antlaşması ile yapılan yeni bir idare düzenleme ile Çoruh iline bağlı olduğu görülmektedir.

05.03.1916 tarihinde Rus işgali sonucunda Hemşin,Batum Sancağı 'na bağlı olarak yönetilmeye başlamıştır.15.08.1918 tarihinde Rus işgalinin kaldırılması sonucunda da Hemşin tekrar Osmanlı İmparatorluğu yönetimine girmiştir.

Cumhuriyet döneminde ilk idar, taksimat 29.03,1924 tarihinde yapılmış; yapılan bu taksimatla Hemşin tekrar Pazar'a bağlı bir bucak olmuştur.

Son olarak 09.05.1990 tarih ve 3644 sayılı kanunla Hemşin yeniden ilce olarak kurulmuş;19.08.1991 tarihi itibariyle teşkilatlanmaya başlamıştır.Böylece 133 yıl sonra Hemşin ilçe olma statüsüne yeniden kavuşmuştur.

http://www.hemsinli.com/link_hemsin_tarihi.php

SÜRMENE

Karadeniz'in doğu sahillerinde, bölgenin doğal yapısı gereği, tarih boyunca ağaç ve ahşap kültürünün ağırlıkta olması, en eski dönemlere ait kalıntıların günümüze ulaşmasını büyük ölçüde imkansız kılmıştır. Güneyindeki ve kuzeyindeki sıradağlar, bu sahillere kapalı bir havza özelliği vermiş ve bu durum, bölgede en eski çağlardan beri var olduğu bilinen insan topluluklarının izole bir kültürel gelişim sürecine sahip olmalarına zemin hazırlamıştır. Tamamen, bölgenin kendi doğası içinde gelişim gösteren bu özgün yerli kültüre ait bazı arkeolojik veriler, bu sahillerin eski Sovyet topraklarında kalan kısmında kısmen elde edilebilmiştir. Yontma taş el aletlerinden bronz baltalara kadar uzanan bu nadir bulgular, bölge kültürünün taş devrinden, tunç devrine kadar uzanan geçmişine dair arkeolojik verileri içermektedir.

Bölge yerli kültürünün, batı dünyasıyla ilk tanışmasına dair efsaneler, geç bronz çağı dönemine atfedilen ve mitolojik Yunan kahramanlarının bu gizemli sahillere gerçekleştirdikleri yolculukları anlatan öyküler üzerine kuruludur. Eski Yunan mitolojisinde önemli bir yer tutan bu öykülerde, Karadeniz'in Doğu sahilleri " Kolchis " adıyla, burada yaşayan insanlar ise " Kolchi " adıyla anılır. Eski Yunan denizcilerinin bu yolculuklarının, zamanla düzenli ticari faaliyetlere dönüştüğü ve daha sonra bu amaçla bölge sahillerinde pazar yerleri kurulduğu düşünülmektedir.

MÖ 500 lü yıllarla birlikte bu pazar yerleri, kolonici tüccarlara ait iskelelere dönüşmeye başlamış ve muhtemelen Trapezos da bir ticari koloni yerleşimi olarak bu dönemde kurulmuştur. Doğu Karadeniz'de Trapezos isimli bir Yunan koloni yerleşiminden bahseden ilk yazılı kaynak Anabasis'tir ve aynı zamanda Doğu Karadeniz'e dair en eski, en sağlıklı gözlemleri aktaran bu eser Xenophon'a aittir.

MÖ 400 yılında Doğu seferinden dönen bir Yunan ordusunun, Doğu Anadolu’yu güneyden kuzeye geçerek Karadeniz'e ulaşması ve Trapezos'daki Yunan kolonisinin yardımıyla Yunanistan’a geri dönmesi, bu sefere katılan Xenophon'un Anabasis isimli eserinde ayrıntılı olarak anlatılmıştır. Trapezos kentine ulaşmak için, Bayburt üzerinden Surmene yaylalarına varmaları ve Madur tepesinden denizi görmeleri, Xenophon'un heyecenla aktardığı sefer notları arasında yer alır ;

"...Beşinci gün Thekes isimli bir dağa vardılar. İlk askerler doruğa varır varmaz büyük bir çığlık yükseldi. Xenophon ile artçılar bunu işitince cephenin saldırıya uğradığını sandılar. Çünkü kendilerini, yakmış oldukları bölgenin halkı izliyordu. Ama çok geçmeden askerlerin “Deniz, deniz” diye haykırdıkları duyuldu. Tüm askerler doruğa varınca, komutanlar gözleri yaşararak birbirlerini kutladılar..” (Anabasis - 4.7)

Bugünkü Madur tepesini aştıktan sonra, daha sonraki çağlara ait tarihsel kayıtlarda Tzani adıyla anılacak olan Doğu Karadeniz dağlı yerlileri ile karşılaşan Yunanlılar, onlarla bir tercüman aracılığıyla iletişim kurarak, amaçlarının istilâ değil, denize ulaşmak olduğunu söylemişler ve onların geleneklerine göre mızraklarını karşılıklı değiştirerek, tanrıların tanıklığında barış yapmışlardı. Onlar da kendilerine yol açarak sahile ulaşmalarına yardım etmişlerdi. Ancak daha aşağıda, sahile yakın kesimlerde yaşayan yerli halk, Yunanlılara onlar kadar dostca davranmamışlardı. Xenophon’un Kolşi adıyla bahsettiği bu insanlar, Yunanlıları tuzağa düşürmüşler ve terk ettikleri köylerinde bol miktarda deli bal bırakarak, Yunanlıların kitle halinde komaya girmelerine neden olmuşlardı. Yunanlılar, ölümcül olmayan bu balın etkisinden ancak üç dört gün sonra kurtulup yollarına devam edebilmişlerdi.

Daha sonra iki günlük bir yürüyüşle Trapezus’a ulaşan Yunan ordusunun, burada erzak sıkıntısına düşmesi ve bu nedenle yerli halka saldırarak köylerini yağmalaması da, Anabasis’de ayrıntılı şekilde anlatılmıştır ;

"...Karadeniz kıyısındaki Trapezus , Sinope’nin Kolşi ülkesindeki kolonisidir. Yunanlılar orada otuz gün kadar Kolşi köylerinde kaldılar. Bu köyleri üs olarak kullanıp Kolşilerin memleketini talan ettiler..." (Anabasis 4.VIII.23)

Xenophon, eserinin sonraki bölümlerinde de Kolşi adıyla bahsettiği Trapezos civarındaki yerli halkın, Yunanlı askerlerle ilişkilerine değinir ve kendi askerlerine hitaben bir konuşma yaparak yağma faaliyetlerini daha düzenli bir şekilde yapmaları gerektiğini anlatır ;

"...pazar ihtiyaçlarımıza yetmiyor ve birkaç kişi dışında yiyecek satın alacak paramız yok. Oysa düşman ülkede olduğumuzdan, yiyecek sağlamaya tedbirsizce gidersek çok adam kaybetmemizden korkarım. Bence yiyecek aramaya mangalar halinde gitmeli, sağ salim geri dönmek istiyorsanız kırlarda rastgele dolaşacağınıza bu akınların tertiplenmesini bize bırakmalısınız..." (Anabasis 5.I.5)

Xenophon'un bu uyarısını dikkate almayan Yunan askerleri, Trapezos civarındaki yerleşim bölgelerine yönelik yağmalama faaliyetlerine devam ederler ve bu saldırılardan birinde komutanlarıyla birlikte iki bölük askerin tamamı yerliler tarafından imha edilir. Yerli Kolşilerle Yunanlılar arasındaki bu çatışmalar, Yunanlılar bölgeden ayrılıncaya kadar devam eder. Xenophon eserinin bir başka yerinde de taşlanarak öldürülen yerli Kolşi elçilerinden ve muhafızlarından bahsederek, kendi askerleriyle ilgili özeleştirilerde bulunur. Xenophon, bugünkü Trabzon civarındaki yerli halk olarak bahsettiği Kolşilerin yaşam biçimlerine dair ayrıntılı bilgiler vermemiştir. Ancak, ondan asırlar sonra çağının en önemli coğrafya kitabını yazan Strabon'un, daha doğuda, Phasis nehri civarında yaşayan Kolşilerle ilgili verdiği bilgiler bize bu konuda bazı ipuçları vermektedir ;

"Gerektiğinde teknelerini süratle bir araya toplayarak, korsan filoları oluştururlar; ticari gemilere, ülkelere ve sahil kentlerine saldırılar düzenlerler, bu şekilde denizdeki hakimiyeti ellerinde tutarlar.(...) Memleketlerine döndüklerinde ise, teknelerini sahilde bırakmayarak omuzlarında karaya çıkarırlar ve onları ormanların arasında yer alan barınaklarına kadar götürürler. Yeni bir sefere çıkacaklarında da , teknelerini tekrar sahile indirirler. Ve bu sahillerde yerleşik kabilelerin tümü, her zaman bu tür korsanlıklarla geçinirler...” (Strabon 11.2.12)

"Bu ülke, hem ürünleriyle, hem de gemi inşasına yönelik her konuda mükemmel düzeydedir; -balları hariç, zira balları oldukça serttir- üretilen keresteler nehirlerin üzerinde aşağılara taşınır ve halk başta keten olmak üzere, kendir, balmumu ve zift üretimi ile uğraşır. Eski zamanlardan beri dış ülkelere kendir ihraç ettiklerinden, kendir kumaşı imalatında yaygın bir ün kazanmışlardır.” (Strabon 11.2.17)


MÖ 335
yılına doğru derlendiği tahmin edilen Pseudo-Scylax' ın coğrafya kitabında, bölgeye ve yerel kültürüne ilişkin bilgilerin ötesinde, özel olarak bugünkü Surmene civarı ile ilişkilendirilebilecek en eski kayıt yer alır. Pseudo-Scylax 'ın bu eserinde Trapezos kentinin doğusunda, Psoron isimli bir limandan bahsedilmektedir. Daha sonraki çağlarda Surmene'nin ilk kuruluş yeri olacak olan, bugünkü Karadere nehri ağzının gemiler için uygun korunaklı yapısı dikkate alındığında, Psoron limanının burası olabileceği düşünülmektedir. Bu dönemde kendi parasını basan Yunan koloni kenti Trapezos, uzunca bir süre serbest bir ticaret kenti statüsünde varlığını devam ettirmiş ve bölgenin yerli halkıyla, batı dünyası arasındaki ticari ilişkilerde köprü görevi üstlenmiştir.

MÖ144 yılına kadar olan gelişmeleri yazan tarihçi Polybius, eserinin bir yerinde Yunanistan ile Karadeniz memleketleri arasındaki ticari ilişkilerden bahsederken, buralardan temin edilen malları; büyük baş hayvan, köle, bal, balmumu ve tuzlanmış balık olarak sıralar. Aynı bölgeye ihraç edilen başlıca ürünler ise zeytinyağı ve şaraptır.

MÖ114 yılından itibaren Karadeniz Kapadokyasını merkez alarak, Anadolu'da Romalılara karşı egemenlik mücadelesine girişen, İran menşeli Mithridat VI, bir süre sonra Trapezos kentini ve çevresini de hakimiyeti altına alır. Bir sonraki yüzyılda bu hanedanın egemenliğine son veren Romalılar, Trapezos ve çevresi de dahil olmak üzere tüm Doğu Karadeniz sahillerinde hakimiyet kurarlar. Ancak tüm bu gelişmelerden, Trapezos kenti dışındaki yerli halkın fazlaca etkilenmediği, sonraki asırlara ait kayıtlardan anlaşılmaktadır. İzleyen yıllarda Trapezos kenti ve çevresi, Amasya'da Roma imparatorluğuna bağlı olarak kurulan Karadeniz Polemonia kralığının topraklarına dahil edilmiştir.

MS1. yüzyıla ait bir haritadan geliştirildiği düşünülen Tabula Peutingeriana isimli bir Roma yol kılavuzu, muhtemelen, günümüzdeki Surmene ile ilişkili gibi görünen yerleşime dair en eski bilgiyi içermektedir. Orta çağa ait bir kopyası günümüze ulaşan bu çalışmanın bir çok kısmı yüzyıllar içinde güncellenerek genişletilmiştir. Ancak, diğer verilerden açık ve net bir şekilde anlaşılmaktadır ki, Doğu Karadeniz ile ilgili kısımlarında, MS.1 yüzyıla ait bilgiler, orjinal şekilleriyle kalmışlardır. Bu nedenle, bu belgede geçen Hyssilime adının, bugünkü Surmene kasabası ile ilgili en eski yazılı kayıt niteliğini taşıdığı söylenebilir. Bu belgeye göre Trapezunte'den sonra Hyssilime, daha sonra da Opiunte gelmektedir ve Hyssilime; sahilde Trapezunte ile Opiunte arasında bir Roma askeri istasyonu olarak görünmektedir.

MS69 yılının sonlarına doğru bugünkü Surmene çevresinin de dahil olduğu sahiller, büyük bir ayaklanmaya sahne olur. Tacitus' un aktardığı bilgilere göre, Aniketus isimli yerli bir denizcinin önderliğinde Romalılara karşı ayaklanan yerli halk, tekneleriyle Trapezus kentini kuşatarak limandaki Roma gemilerini yakarlar ve kentteki kolonicilerin mallarını mülklerini yağmalarlar.
Tacitus’ a göre, isyancı yerlilerin kullandığı tekneler ; çift pruvalı, her iki yöne hareket edebilecek şekilde ve metal bağlantı elemanları kullanılmadan, tamamen ahşaptan yapılmıştı. Fırtına ve büyük dalgalara karşı üst kısımları tamamen kapanabiliyor ve böylece dalgalar arasında yuvarlansalar bile batmıyorlardı. Roma imparatoru Vespasianus, bölgeye bir ordu ile bir deniz filosu göndererek bu ayaklanmayı bastırır. Bu ayaklanma, tarih boyunca Doğu Karadeniz halkının egemen devletlerin otoritelerine karşı gerçekleştirdikleri sayısız isyanlardan biri olarak tarih sayfalarındaki yerini almıştır.

MS130' lu yılların başında Roma imparatorluğunun Kapadokya valisi olan Arrianus, gerçekleştirdiği Karadeniz seyahati ile ilgili olarak, imparator Hadrianus’a hitaben bir rapor yazmış ve bu raporun bir bölümünde de Trapezus’dan itibaren sahil boyunca, doğuya doğru gerçekleştirdiği bir deniz yolculuğunun notlarını aktarmıştır. Buna göre, Trapezus'dan ayrıldıktan sonra, önce küçük bir Roma askeri birliğinin konuşlandırılmış olduğu Hyssu limanına uğramış, oradan sonra da Ophis deresine ulaşmıştır. Arrianus’a göre bu dere, Kolşi bölgesi ile Thiannika (Tzanika) arasındaki sınırı oluşturmaktadır.

MS150 yılına doğru yayınlandığı düşünülen coğrafya atlasında Ptolemeus, başta çağdaşı Marinus olmak üzere, diğer eski coğrafyacıların eserlerinden yararlanmıştır. Hazırladığı bu atlasta, derlediği coğrafi bilgileri kendi geliştirdiği bir koordinat sistemine aktarmıştır. Bu çalışmanın günümüze ulaşan oldukça geç tarihli bir kopyasında, önceki ve sonraki tüm kaynaklarda Trapezus'un doğusunda gösterilen Hyssi limanı muhtemelen bir hata sonucu Trapezus'un batısında işaretlenmiştir. Ptolemeus'un haritasına göre, Trapezos ve bugünkü Surmenenin bulunduğu bölge Roma imparatorluğunun "Karadeniz Kapadokyası" eyaletine bağlıdır.

MS407 yılına tarihlendirilen bir Roma askeri raporu Notitia Dignitatum'da da, uzunca bir süre tarihsel kayıtlarda adı pek geçmeyen Hyssi limanından tekrar bahsedilir. Bu belgede, Ysi Porto olarak geçen askeri garnizon Trapezus'un 30 km kadar doğusunda gösterilmiştir.

MS470 li yıllara ait bir başka bilgi de, Antakyalı Johannes tarafından aktarılır. Buna göre, Trapezus çevresinde yaşayan yerli Tzani halkının Romalılara büyük zararlar verdikleri, imparator Leo'nun da bunun üzerine bölgeye destek kuvvet gönderdiği belirtilmektedir.

MS540 lı yıllarda Bizans ile İran arasındaki savaşlar sırasında bölgeye dair bir kayıt da tarihçi Prokopius'a aittir. Buna göre, Trapezus çevresinde yaşayan Tzani halkından bin kişilik bir kuvvet de Bizanslıların yanında İranlılara karşı savaşa katılmıştır.

MS550 li yılların başında gemiyle Trapezus'dan doğuya doğru seyahat eden Prokopius, bu sahillerle ilgili gözlemlerini ve bilgilerini de seyahat notlarına ekler ;

“…Buradan, Trapezunt bölgesinden Susurmena köyüne ve Rize denilen yere varılır(…) Trapezunt civarındaki tüm yerlerde üretilen ballar, oldukça serttir(…) Bu bölgenin sağ tarafında, yukarıda, Tzanika’nın dağları yükselir, ve onların arkasında da Ermeniler yer alır, ki bunlar Bizanslılara bağlıdırlar…” ( Prokopius VIII. ii. 3-5 )

Prokopius, Tzanika memleketi olarak adlandırdığı bölgenin yüksek kesimleri ile ilgili gözlemlerini de daha sonraki yıllarda imparator adına gerçekleştirdiği bir teftiş gezisi sırasında aktarmıştır. Onun bu gözlemleri ve seyahat notları, bugünkü Trabzon çevresinin dağlık kesimine ve yerli halkına dair oldukça sağlam bir tarihsel tanıklık niteliği taşır. Asırlar önce Xenophon'un izlediği güzergahı kullanarak Bayburt tarafından bugünkü Soğanlı dağlarını aşan Prokopius, Surmene ve Of yaylalarının bulunduğu yerleri geçerek Trapezus'a ulaşmıştır. Bu yolculuğu sırasında, bugünkü Surmene, Of yaylaları ile ilgili gözlemleri ve orada karşılaştığı dağlı yerlilerin yaşam biçimleri ile ilgili aktardığı bilgiler, bölgenin bugünkü kültürel dokusunun kökleriyle ilgili önemli ipuçları içerir ;

“Tzaniler, kadim zamanlardan beri, herhangi bir hükümdara bağlı olmayan bağımsız bir halk olarak yaşamışlardır. Vahşice bir yaşam biçimi sürdürerek, ağaçlara, kuşlara ve çeşitli mahluklara tanrıları gibi hürmet ederler ve onlara taparlar. Ömürlerinin tamamını gökyüzüne doğru uzanan ve ormanlarla kaplı olan bu dağlarda yaşayarak geçirirler, ama hayatlarını, ziraat ile değil, haydutlukla ve eşkiyalıkla kazanırlar. Zira, toprağı işleme konusunda usta değillerdir ve memleketleri, sarp dağların en az olduğu yerlerde bile oldukça engebelidir. Bu yaylalar, engebeli olmanın ötesinde, son derece taşlık, işlenmesi zor ve hiç bir mahsule uygun olmayan bir toprak yapısına sahiptir. Onlar tarım yapacak olsalar bile, ürün yetiştirmek için yeterli toprak bulamazlar. Burada, ne araziyi sulamak, ne de tahıl yetiştirmek mümkün değildir; çünkü bu bölgede düz bir arazi bulunmaz ve hatta buralarda ağaç da yetiştiği halde, bunlar meyve vermeyen ağaçlardır. Zira bu bölge; bitmek bilmeyen kışın etkisiyle, uzun süre kar altında kaldığından, ilkbaharın başlangıç dönemi son derece belirsiz ve düzensizdir. Bu nedenlerden dolayı Tzaniler eski çağlarda bağımsız bir yaşam sürmüşlerdir, ama şimdiki imparator Justinianus’un saltanatı sırasında, general Tzittas’ın komutasındaki bir Roma ordusu tarafından bozguna uğratıldılar ve hepsi kısa sürede mücadeleden vazgeçerek boyun eğdiler. Böylece, tehlikeli bir özgürlüğün yerine, sıkıntısı daha az olan esareti tercih etmiş oldular. Ve onlar hemen Tanrıya itaat ederek, Hristiyanlığı kabul ettiler. Böylece, her tür haydutluktan vazgeçerek yaşam biçimlerini huzurlu bir yola sokmuş oldular ve -daha sonra- düşmana karşı sefere çıkıldığında, her zaman Romalıların yanında yer aldılar. Ve imparator Justinianus, Tzani’lerin bir zaman sonra yaşam biçimlerini tekrar değiştirerek, daha ilkel olan eski geleneklerine dönebilecekleri endişesiyle, aşağıdaki önlemleri tasarladı:
Tzanika ulaşılması zor bir memleketti, özellikle de atlılar için bu kesinlikle mümkün değildi, zira belirtmiş olduğum gibi her taraf uçurumlarla çevrili ve ormanlarla kaplıydı. Bu nedenle Tzanilerin komşuları ile ilişki kurmaları mümkün olmuyordu ve yabani hayvanlar misali, kendi aralarında izole bir yaşam sürüyorlardı. Bu durumu değiştirmek için, imparatorun emri ile ulaşıma engel olan ormanlarda ağaçlar kesilerek yollar açıldı ve engebeli yerler düzeltilerek, atların ilerleyebilmesi için uygun hale getirildi. Bu şekilde onların komşularıyla ilişki kurmaya yönelmeleri ve normal insanlar gibi diğer toplumlarla biraraya gelmeleri sağlanmış oldu. Daha sonra imparator, Skhamalinişi adıyla bilinen bir yerde onlar için bir kilise inşa ettirdi ve böylece onlara, ayinlerini gerçekleştirmeleri, kutsanmış ekmeği bölüşmeleri, dualarla tanrıya sığınmaları ve diğer dini vecibeleri yerine getirebilmeleri için imkan sağlamış oldu. Bu sayede, artık onlar da insan olduklarını bileceklerdi. Ve memleketin her tarafına kaleler inşa etti, Roma ordusunun bu güçlü garnizonlarında onlara görevler vererek, diğer toplumlarla ilişki kurmalarını kolaylaştırdı. Şimdi Tzanika’da inşa edilen bu kalelerin yerlerini sayacağım...”
(Prokopius,Yapılar,III.vi.1-14)

Prokopius'un bahsettiği Hristiyanlaştırma çalışmaları, bölge yerli halkının Hristiyanlıkla gerçek anlamda tanışmasının, Justinianus döneminde gerçekleştiğini göstermektedir. Bölgede devlet hakimiyetini kurmak için önemli bir araç olarak kullanılan Hristiyanlık, sonraki yıllarda da bölge kırsal kesiminin Rumlaşması ve bölgede Bizans egemenliğinin kökleşmesi açısından önemli bir rol üstlenecektir. Bugün hala bölgede aynı şekilde devam ettirilen yaylacılık geleneği de Prokopius'un söz ettiği bir başka ilginç ayrıntı olarak dikkat çekmektedir ;

“...Ve buradan biraz doğu tarafına gidildiğinde, kuzeye doğru uzanan sarp bir vadi vardır; -imparator- burada da Barkhon isimli büyük bir yeni kale inşa ettirdi. Söylediklerine göre, bu kalenin ötesinde, dağların aşağı tarafları Okeniti Tzanilerinin sığırlarını barındırdıkları köylerin bulunduğu yerlerdir. Onlar bu sığırları, toprağı sürüp işlemek için değil, sürekli bir süt kaynağına sahip olmak ve etleriyle beslenmek için yetiştirirler.” (Prokopius,Yapılar,III.vi.20-21)

http://www.surmene.net/surmene_tarihce.htm

MAÇKA

Maçka'nın tarihini yazmaya yardım edecek kazı çalışmaları ne yazık ki yapılmamıştır. İlçenin, en azından, belgelere geçmiş 2400 yıllık bir geçmişi vardır. Bu geçmiş, onun ilçe olarak değil, yerleşme yeri olarak varlığı ile ilgilidir.

Maçka sözcüğünün Kafkas dillerinden geldiği, sonradan yerli Hıristiyanların ağzında değişik biçimde söylendiği biliniyor. M.Ö. 1040 yıllarında bile önemli bir yerleşme merkezi olan Trabzon'u Erzurum ve Erzincan'da yaşayan insanlara bağlayan bir yayla-köprüsü konumunda olduğu açıktır. Maçka yörelerinde, ilk yerleşme yerlerinin, savunma amacıyla, sürekli tarıma geçilmediğinden beslenme etkisiyle yüksek yerlerde, yaylalarda oluştuğu bellidir.

Trabzon dolaylarında ilk düzenli, yerleşik devlet M.Ö. 298 dolaylarında kurulmuştu. Pontus Devleti 225 yıl bağımsız yaşadıktan sonra bir Roma ülkesi durumuna geldi. Trabzon-Maçka ilçesinin de bulunduğu bütün bölge Bizans adını alan Doğu Roma İmparatorluğu'nun egemenliği altında kaldı. (M.S. 395) 1461 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından Osmanlı egemenliğine geçmiştir.

http://www.macka.bel.tr/icerik.asp?id=35

OF

Doğu Karadeniz Bölgesinin tarihi ve özellikle bölgenin en önemli şehri olan Trabzon'un tarihi ele alındığında, batılı tarihçilerin büyük bir çoğunluğu bölge tarihinin Yunan kolonileriyle başladığını vurgulamaktadırlar. Halbuki bölgeye Yunan kolonileri gelmeden önce bir çok tarihçinin de belirttiği gibi bölgede Turani ırkına mensup kavimler bulunmakta idi.

Turani ırkına mensup insanlar Milattan binlerce yıl önce Orta Asya'dan göç ederek Doğu Karadeniz Bölgesine yerleşmişlerdir. Bölge muhtelif zamanlarda Yunanlılar tarafından işgal edilmiş ve kısa süreli koloniler kurulmuştur. Bu koloni idareleri, yerli Turani halkı kapsamıyordu. Bu koloni devletlerinin en güçlü oldukları zamanlarda bile hükümranlıkları ancak bulundukları surlar içinde sınırlı kalmıştır. Sur dışında yaşayan Turani kavimler ise Oğuz-Türkmen ve Çepni Türklerinin hakimiyeti altında yaşamışlardır. Bölge, Roma İmparatorluğunun parçalanmasıyla Doğu Roma olarak bilinen Bizans'ın payına düşer. Bu hakimiyet, 1204 yılında Latinlerin İstanbul'u işgal etmesine kadar devam eder.

Bu tarihten sonra 1461 yılına kadar (Fatih Sultan Mehmet'in Trabzon'u fethi), yine Bizans İmparatorluğunun uzantısı olan, Bizans hanedanı Komnenosların kurmuş olduğu Trabzon Rum Devleti'nin egemenliğinde kalır. 4. yy. başlarında Hıristiyanlığın Roma İmparatorluğu tarafından resmi din olarak kabul edilmesiyle, bu din halk arasında hızla ve serbestçe yayılmaya başladı. Daha önce Doğu Karadeniz'de yaşayan kavimler de Hıristiyanlığa geçmeye başladılar. Hiristiyanlaşan bu kavimler tedrici bir şekilde Doğu Kilisesi'nin resmi dili olan Yunanca'yı öğrenmek zorunda kaldılar. Özellikle 10. yy. dan sonra Papazların telkinleriyle bu dili konuşmak daha da yaygınlaştı. Zira Papazlar "İncil'in dili dışında bir dilde konuşulan her kelime cehenneme gitmek için işlenen bir günah olarak hesaplanacaktır" şeklinde telkinlerde bulunmakta idi. Bu durum, yerel halkın kendi dilleriyle karışık bir Yunanca ya da halk arasında bilinen adıyla Rumca konuşulmasına neden olmuştur. İzlenen bu Bizans siyaseti, yerel dillerin, inançların ve geleneklerin büyük bir çoğunluğunun belleklerden silinmesine, kısaca yerli unsurların asimile olmasına neden olmuştur.

12. asırda 40 bin Kuman ailesi Gürcistan üzerinden göç ederek Doğu Karadeniz'e yerleşmiştir. Trabzon yöresine yerleşen Kumanlar hıristiyanlığı kabul etmelerine rağmen, Türk kimliklerini asla unutmamışlardır. Hatta Öz Türkçe isimler kullandıkları Trabzon Rum devletine ait belgelerden ve Osmanlı arşivlerinden anlaşılmaktadır.

http://www.oflular.com/of.asp?s=1

AKÇAABAT

Şehrin kuruluşuyla ilgili araştırmalar ilk yerlilerin Ege kıyılarından gelerek buralara yerleştiğini öne süren batılı araştırmacılar ile buraların Asya kökenli ya da Türk olduğunu ortaya koyan araştırmacılar arasında yoğunlaşır.

Çınar ağaçlarının çokluğundan ötürü Pulathane adıyla anılan şehrin; sonraları ticaretin gelişmesi ve paranın bolluğundan dolayı Akçaabat adını aldığını belirten araştırmacıların yanı sıra beyaz evlerinden dolayı şehrin Akçaabat adını aldığını iddia eden araştırmacılar ile eski Türkçe’den kaynaklanan batıdaki şehir anlamına geldiğini söyleyen araştırmacılar da vardır.

Fatih Sultan Mehmet tarafından 1461 yılında fethedilen, Akçaabat’ta Roma, Bizans, Kommenos ve Osmanlı dönemine ait tarihi yapıt ve izlere rastlamak mümkündür. Akçaabat ‘ın; Osmanlı dönemine ait kaynaklarda şehir merkezi “Pulathane”, ilçe geneli ise “Akçeabâd” olarak geçmektedir.

http://www.akcaabat.net/akcaabatin-tarihcesi.html

VAKFIKEBİR

Kuruluş tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber çok eski bir yerleşim yeridir. Tarihi boyunca Hitit, Pers, Roma, Bizans ve Trabzon Rum İmparatorluğu’nun hakimiyetinde kalan Vakfıkebir, 1461 yılında Fatih Sultan Mehmet'in Trabzon Rum İmparatorluğu'nu yıkması ile Osmanlı İmparatorluğu’nun hakimiyetine girmiştir.

Trabzon’un fethinden sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun değişik bölgelerinden gelen Türk boyları Vakfıkebir’e yerleşmişlerdir. Gelen boyların yeni yerleşim yerlerini benimsemeleri ve kültürlerini bölgeye taşımaları sonucunda Vakfıkebir çok kısa sürede bir Türk yurdu olmuştur.

Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırlarına katılmasından sonra çeşitli idari kademelere ve isimlere maruz kalan Vakfıkebir 1864 tarihli Osmanlı Vilayet Kanunu çerçevesinde 1874 yılında Trabzon vilayetine bağlı bir ilçe olmuştur.

Vakfıkebir, 20 Temmuz 1916 tarihinde Rus Çarlığının işgaline uğramış ve 14 Şubat 1918 tarihinde işgalden kurtarılmıştır. İşgal altında geçen dönem halk arasında “Muhaceret Dönemi” olarak anılmakta ve her yıl 14 Şubat tarihinde işgalden kurtuluş törenlerle kutlanmaktadır.



Vakfıkebir'den eski bir fotoğraf... Fotoğrafta Vakfıkebir İskele'sinden ilçenin genel görünümü yer almakta.

İlçe halkı ülkenin kurtulması ve bağımsız bir Türk devleti kurulması çalışmalarında hep Atatürk’ün yanında yer almıştır. Bu çerçevede ilçe halkı aldıkları bir kararla Kellecioğlu Abdullah Hasip (Ataman) Beyi Erzurum Kongresi’ne Büyükliman Delegesi olarak göndermiştir. Abdullah Hasip Bey, Erzurum Kongresi'nin iki yazmanından birisi olarak görev yapmıştır.

Vakfıkebir, Cumhuriyetin kuruluşu ile beraber ilçe olma özelliğini ve sınırlarını korumuştur. Bu tarihte ilçenin merkez ile birlikte altı nahiyesi, dokuz beldesi ve 135 köyü vardır. Bu nahiyelerden 10 Mart 1954 tarih ve 6324 sayılı kanunla Tonya, 19 Haziran 1987 tarih ve 3392 sayılı kanunla Beşikdüzü ve Şalpazarı, 9 Mayıs 1990 tarih ve 3644 sayılı kanunla Çarşıbaşı ilçe olmuş ve Vakfıkebir'den ayrılmışlardır. Bugün ilçenin Yalıköy adında bir beldesi ve 34 köyü mevcuttur.

İlçe tarihinde Büyükliman ve Fol isimleri ile de anılmıştır. Fol isminin kaynağı ilçenin 45 kilometre güneyinden doğan Fol deresidir. Vakfıkebir bugünkü adını ise, Yavuz Sultan Selim annesi Gülbahar Hatun’dan almıştır. O tarihte Trabzon Valisi olan oğlu Şehzade Selim’i görmek için İstanbul'dan Trabzon’a deniz yoluyla seyahat eden Gülbahar Hatun büyük bir fırtınaya yakalanmış, kurtulması halinde karaya ayak basacağı toprakları Allah'a vakfedeceğini adamıştır. O zamanki adıyla Büyükliman olan yerleşim merkezinde toprağa ayak basan Gülbahar Hatun bu toprakları vakfeder. Vakfedenin büyük (padişah eşi) olmasından dolayı bu tarihten sonra yörenin adı Vakfıkebir (Büyük Vakıf) olmuştur.

Vakfıkebir adının beş yüz yıllık geçmişi olmasına rağmen halk arasında Fol ve Büyükliman adları zaman zaman kullanılmaktadır.

http://tr.wikipedia.org/wiki/Vakf%C4%B1kebir

25 Şubat 2009 Çarşamba

Fatih zehirlendi mi?

29 Mayıs yaklaştı mı, teyakkuzdayımdır. ‘Fatih içki içer miydi?’ yahut ‘İstanbul’un fethinde tüfek kullanılmış mıydı?’ yollu ciddi tartışmaları siz de hatırlayacaksınız.

Bu yıl da beklentim boşa çıkmadı ve Fatih’in zehirlenerek öldüğü iddiası gazetemizdeki yerini aldı.

Haberde, Türkiye’de tarih denilince akla geliveren birkaç isimden biri olan İlber Ortaylı’nın, Bükreş’teki bir bilimsel toplantıda “Evet, Fatih Sultan Mehmet, yönü belli olmayan bir sefere çıkarken zehirlenerek öldürülmüştür. Tarihî veriler bu seferin İtalya üzerine olduğunu gösteriyor ve İtalyanlar o dönemde zehir konusunda çok uzmanlaşmış bir milletti. Fatih Sultan Mehmet’in hastalığı vardı; ama o hastalıktan ölmedi, zehirlenerek öldü.” dediği kaydediliyordu (Zaman, 31 Mayıs 2007)

Haber üzerine kendisiyle telefonda görüştüğüm Osmanlı tarihçiliğinin yaşayan en büyük otoritesi Halil İnalcık Hoca, elimizde kesin deliller olmadığı için zehirlenme tezinin ancak bir ihtimal olarak ileri sürülebileceğini; ancak yok da sayılamayacağını belirtti. Böylesine bilgi boşluklarıyla dolu bir konuda kesin bir hükme varmanın doğru olmadığını, tarihçinin bütün ihtimalleri hesaba katması ve her zaman bir ihtiyat payı bırakması gerektiğini vurguladı.

Ben de bu yazıda İnalcık Hoca’nın tavsiyesine uyarak elimizdeki kaynaklarda Fatih’in ölümünün nasıl anlatıldığını inceleyip bir sonuca varmaya çalışacağım. Bakalım Fatih gerçekten zehirlenerek mi öldürülmüş?

Önce hafızamızı tazeleyelim mi?

Fatih 26 Nisan 1481 günü bir sefere çıkmak üzere Üsküdar’a geçti ve müzmin hastalığı olan nikris azınca burada üç gün kadar dinlendi. Daha sonra Gebze’ye kadar bir at arabası içinde ilerledi, sonradan Sultan Çayırı denilen mevkide sancıları iyice arttı ve hekimler tedaviye başladı. Ne var ki, vücudu ilaçlara cevap vermedi ve 3 Mayıs Perşembe günü saat 16.00 sularında Hakk’ın rahmetine kavuştu.

Onun ölümü hakkında bazı şüpheler uyandıran kaynağımız Âşıkpaşazade’ye bakarsak, zehirlenme iddiasını destekler gibi görünür:

Tabipler şerbeti kim verdi o hana
O han içti şarabı kana kana
Ciğerin doğradı şerbet o hanın
Hemin-dem zârı etti yana yana
Dedi niçin bana kıydı tabipler
Boyadılar ciğeri canı kana
İsabet etmedi tabip şarabı
Timarları verdi kamu ziyâna
Tabipler hana çok taksirlik etti
Budur doğru kavil düşme gümâna

Zehirleme teorisini savunanların ısıtıp ısıtıp gündeme getirdikleri Âşıkpaşazade’nin bu beyitlerinde ‘zehir’ kelimesi geçmiyor; ama her nasılsa bu ifadelerden, bir yanlış tedavi anlatısı çıkartılacağına, Fatih’in zehirlenerek öldürüldüğü iddia olunuyor. Halbuki Arslan Terzioğlu’na göre, Aşıkpaşazade’nin, Fatih’in öldüğü 3 Mayıs günü kırk mevlidi okunmuştur! Yani nasıl oluyorsa Fatih’in ölümünün hekim hatasından (zehirlenmeden değil) kaynaklandığını söyleyen en gözde kaynağımızın yazarı, Fatih’ten 42 gün önce ölmesine rağmen onun ölümünü gözüyle görmüş gibi anlatabilmektedir! Gözleri çakmaklanan okurlarım anlamıştır meseleyi: Fatih’in ölümüyle ilgili bölüm, Âşıkpaşazade’nin müritleri tarafından eklenmiştir.

Franz Babinger zehirlenme tezini Venedik arşivlerinden bulduğu belgelerle destekliyor; ama kesin konuşmaktan yine de kaçınıyor ve “Fatih’in ölüm nedenini tam bir güvenle bilemiyoruz.” diyor. Lakin bu iddiayı ondan alarak ortaya atan Yılmaz Öztuna o kadar cesurca konuşuyor ki, şaşmamak elde değil: “Fatih’in zehirlendiği bugün münakaşa mevzuu bile olamaz, o kadar açık bir keyfiyettir.” Peki delilleri nedir? Venedik arşivlerinde Fatih’i öldürmek için yapılan planlara dair belgeler. En önemlisi de, 1471’de Onlar Meclisi’nce Hekim Yakup Paşa’ya Fatih’i öldürmesi için vaat edilen paralara dair bir anlaşma belgesi.

Diyeceksiniz ki daha ne istiyorsun? Belgeyse belge… İyi de o belge 1471 yılına ait ve sadece bir teşebbüsten bahsediyor. Fatih ise bundan sonra 10 yıl daha yaşadı. Padişahla dostluğunu 30 yıl boyunca korumuş nadir kişilerden olan Hekim Yakub’un, Fatih’in hasm-ı bi-amanı Venediklilerle en ufak bir teması haber alınsa omuzlarının üzerinde ne taşıyacağını merak eden yok mudur aramızda? Fatih’in 30 yıl boyunca koynunda bir yılan beslediğini ve kendisine kurulan bütün tuzaklardan habersiz yaşamış saf bir padişah olduğunu mu söylemeye getiriyoruz yoksa? O Fatih ki, istihbarat örgütüyle İtalya’yı birbirine katıyor, getirttiği sanatçıları bile muhabir olarak kullanıyordu. Gafletin bu derecesini Ufukların Sultanı’na yakıştırmak hiç yakışık alır mı?

Evet, Venedikliler Fatih’i defalarca zehirleme girişiminde bulundular; ama hiçbirini başaramadılar. Üstelik Fatih 1479’da Venediklilerle ittifak anlaşması imzalamış ve yönünü Mısır’a çevirmişti. Nitekim son seferinin Memlûkler üzerine olduğu, Kayıtbay’ın Osmanlı elçilerinin kelleleriyle top oynamasından bellidir. Peki Fatih neden tam da yönünü doğuya çevirmişken Venediklilerce zehirlensin? Bunun bir mantığı var mı? İlle bir zehirlenme olayı varsa neden Memlûkler tarafından yapılmış olmasın? Nitekim Murat Sertoğlu, Memlûk Sultanı Kayıtbay’ın İranlı hekim Larî’yi ayarlayarak Fatih’i zehirlettiğini iddia ediyor. Buyurun yeni bir tartışmaya.

Hekim Yakup’un İslamiyet’i seçmiş bir Yahudi olması, onun ‘doğal olarak’ Venediklilerle işbirliği yaptığına kanıt teşkil eder mi? Sonra neden yapsın ki bunu? Yahudiler Venedik’te çok mu el üstünde tutuluyordu sanki? Para, mal derseniz, Fatih, Venedik’in vaat ettiğinin fazlasını zaten sağlıyordu kendisine. Hatta nesiller boyu doğacak torunlarını bile vergiden muaf tutmuştu. Bir Venedik belgesinde ismi geçti diye, hain yaftasını boynuna geçirmeye kalkarsanız, Osmanlı saray hekimlerinin hatırı sayılır bir kısmını hainler hapishanesine tıkmanız gerekirdi. Birileri Fatih’in ölümü üzerine Hekim Yakup’un yeniçerilerce öldürülmüş olmasını zehirleme iddiasına delil gösteriyorsa buna da sadece gülüp geçmek lazım. O zaman İranlı hekim Larî’yi de II. Bayezid’in öldürttüğünden yola çıkarak onu da mı hain ilan edeceğiz?

Sonuç olarak Fatih’in zehirletilerek öldürülmüş olması çok uzak bir ihtimaldir. Zira ölümün doğrudan doğruya zehirlenmeden meydana geldiğini söyleyen hiçbir birinci el kaynak mevcut değildir.

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası Meselesi

Gazi Mustafa Kemal 20 Ekim 1927 günü, 36 saattir okumakta olduğu Nutuk’un sonlarında Cumhuriyet döneminin ilk muhalefet partisine çevirmiştir eleştiri oklarını. Hedefte Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve kurucuları vardır.

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, bugünkü ifadesiyle “İlerici Cumhuriyet Partisi”nin kuruluşunu Cumhuriyet Halk Partisi’ne, dolayısıyla başkanı sıfatıyla kendisine yönelik bir ‘komplo’nun parçası sayan Gazi Hazretleri, parti programının “gizli eller tarafından” çizildiği kanaatindedir. Peki kimdir bu ‘gizli eller’? Şöyle açıklıyor:

“Fırka, efkâr ve itikâdât-ı diniyeye hürmetkârdır” [Parti, dinî fikir ve inançlara saygılıdır] düsturunu bayrak olarak eline alan zevattan hüsn-i niyete intizar olunabilir [iyi niyet beklenebilir] miydi? Bu bayrak, asırlardan beri cahil ve mutaassıpları, hurafeperestleri iğfal ederek hususi maksadlar teminine kalkışmış olanların taşıdıkları bayrak değil miydi? Türk milleti, asırlardan beri nihayetsiz felaketlere, içinden çıkabilmek için büyük fedakârlıklar istilzam eden [gerektiren] mülevves [pis] bataklıklara hep bu bayrak gösterilerek sevk olunmamış mıydı?”

Dilinin ağırlığı, üslubun ağırlığı yanında çok hafif kalan bu okkalı eleştiri, giderek sertleşecektir. Gazi’ye göre, bu partinin kapatılmasını gerektiren nokta, programındaki bu maddeyle irticaya bayrak haline gelmesinde yatmaktadır. Partinin kurucuları, dinî taassubu galeyana getirerek milleti Cumhuriyet’in, ilerlemenin ve yeniliğin aleyhine teşvik etmekte, “hilafeti tekrar isteriz” demekte ve “Mustafa Kemal’in partisi hilafeti kaldırdı. İslamiyeti yaralıyor. Sizi gâvur yapacak, size şapka giydirecektir” diye bağırmaktadır.

Gazi Mustafa Kemal, TCF’nin kapatılmasını haklı çıkarmak için yazdığı bu ‘iddianame’de bir adım daha atarak, parti programını, “en hain dimağların mahsulü” olarak yaftalar. Peki kimdir bu en hainler?

Parti başkanı Kâzım Karabekir silah arkadaşıdır.

İkinci başkanlar Dr. Adnan Adıvar ve Rauf Orbay dava arkadaşlarıdır.

Genel sekreter Ali Fuat Cebesoy çocukluk arkadaşıdır.

Milletvekilleri arasında Cafer Tayyar Paşa, Halis Turgut, İsmail Canbulat, Refet Bele gibi Milli Mücadele’nin önemli simalarının yer aldığı TCF’nin nasıl olup da ‘en hain dimağların’ odağı olduğu iddia edilebilirdi? Daha birkaç yıl öncesine kadar omuz omuza savaşanlara bu aralar ne olmuştu?

Kırılma noktasını Nisan-Temmuz 1923 olarak belirlediğim dönüşüm sürecinde Cumhuriyet’in anlam ve mahiyeti üzerinde çetin bir savaşım verilmekte, eski dava ve silah arkadaşları, Mustafa Kemal’i, onun etrafını çeviren oligarşiden kurtarmaya çalışmaktadırlar. Oligarşi, yani zümre iktidarı, Mustafa Kemal’i yalnızlaştırmak ve eski çevresinden kopartmak istiyordu. Bu da aşama aşama gerçekleşti. İzmir Suikastı bahanesi, bu çevreleme operasyonunun son ayağıydı.

En azından Karabekir Paşa, Ali Fuat Paşa ve Rauf Bey bunu böyle görüyorlardı. Yoksa Mustafa Kemal’in normal şartlarda demokratik bir cumhuriyet istediği biliniyordu. Hatta Konya’da yaptığı konuşmada ve 11 Aralık 1924’te Times muhabirine verdiği söyleşide muhalefetin iktidarın kontrolü için gerekli olduğunu söylediği malumdu. Öyleyse sorun neydi? Neden bazı dava arkadaşları ‘hainler’ safına geçmiş ve parti kurarak cumhuriyeti mahvetme planları içine girmiş olsunlardı?

Tabii irtica, bahaneydi. TCF, gün geçtikçe kuvvet kazanıyor, hatta yaklaşan seçimlerde iktidara bile gelebileceği hesaplanıyordu. Bu durumda CHP daha kuruluşunda ağır bir darbe yiyecek ve dağılacak mıydı? Onun etrafına çöreklenenler buna izin verir miydi?

TCF’nin 17 Kasım 1924’te kurulmasının üzerinden 4 gün geçmiştir ki, İnönü başbakanlıktan istifa etmiş, ertesi gün yerine Fethi Okyar getirilmiştir. Sanki Cumhuriyet yeniden doğmuş gibidir. Yeni hükümet, CHP’li olsa da, nadir görülen bir uzlaşma sağlamış, muhalefet partisi tarafından desteklenmiş ve ittifakla güvenoyu almıştır. Demokratik Cumhuriyet için iyimserlik rüzgarları eserken, İsmet Paşa ve çevresi için alarm zilleri çalmaktadır. Fethi Okyar bütünleştirici bir rol oynayabilir, iktidar ile muhalefeti buluşturabilir, İnönü ve çevresinin ikbal yolları kapanabilirdi. Bunun için bir şeyler yapılmalıydı. Yapıldı da.

Şeyh Said isyanı bahane edilerek önce Fethi Bey istifa ettirildi, ardından İnönü yeniden başbakanlığa getirildi (3 Mart). Derhal Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarıldı. Meclis kapatıldı. İstiklal Mahkemeleri kuruldu. 10 gazete birden süresiz kapatıldı. Artık her şey bakanlar kurulunun kararıyla oluyordu. Açıkça bir sivil darbe yapılmıştı. 3 Haziran’da bakanlar kurulu, yurt çapında yaygın bir destek bulmaya başlayan ilk muhalefet partisinin kapısına kilit vurulmasına karar verdi. İnönü’nün damadı Metin Toker’in deyişiyle, bundan sonra Türkiye’yi uzun sürecek bir ‘mezar sessizliği’ bekliyordu.

İşin ilginç yanı, Nutuk’ta, bu itiraz seslerinin en ağır şekilde cezalandırıldığı bu dönemin, radikal inkılapların gerçekleşmesi için uygun bir zemin sağladığının ısrarla belirtilmiş olmasıdır. Nitekim Gazi, Şapka Kanunu ile Medeni Kanun’u, dahası tekke ve zaviyelerin kapatılmasını Takrir-i Sükûn Kanunu’nun demir eli sayesinde kazasız belasız kabul ettirdiklerini itiraf etmekte değil midir?

Cumhuriyet’in ilk muhalefet partisinin ömrü 7-8 ayla sınırlı kaldı. Ancak tarih, o gün bu gün irtica bahane edilerek kapatılan ilk Cumhuriyet partisinin “ilerici” (terakkiperver) ismini taşımasındaki garabeti bir türlü çözemedi. Adı ilerici olan ‘gerici’ parti düğümü bugüne kadar da çözülebilmiş değil.

Öyleyse kapatılmasında asıl maksat neydi?

Rauf Orbay’ın dediği gibi, Lozan’da verilen tavizlerin hesabının muhalif paşalar tarafından sorulacağından duyulan korku ile İnönü’nün etrafında oluşan zümrenin çıkarlarının halka ve onun değerlerine saygılı bir muhalefet partisi tarafından zedeleneceği endişesiydi. Tabii asıl büyük hedefin, İttihatçıların kalıntılarını tasfiye etmek olduğu söylenmelidir. Tarihin alayı mı demeli: Abdülhamid’e karşı örgütlenen İttihatçıların kökünü kazımak Atatürk’e düşmüştü.

Reval Dosyası

Tam yüz yıl önce bugünlerde Balkanlarda olağandışı bir hareketlilik yaşanıyordu. Estonya’nın Reval şehrinde bir araya gelen İngiltere Kralı VII. Edward ile Rus Çarı II. Nikola arasında Makedonya’nın, hatta Osmanlı Devleti topraklarının paylaşıldığına dair haberler “bir kısım” dış basında boy göstermekte ve dedikodusu bile Abdülhamid rejimine nicedir diş bileyen İttihatçıları acilen harekete zorlamaktaydı.

Güya Karadeniz ve Boğazlar Rusya’ya bırakılıyor, Mısır, Sudan ve Basra körfezine kadar Irak İngiltere’nin oluyor, Fransa ise Suriye ile Lübnan’ı alıyormuş.

Bu dedikodular o kadar büyütülmüş ve yaygınlaşmıştı ki, haberi duyan Resneli Niyazi’nin gözlerine tam üç gece uyku girmemişti. Neden acaba? Birazdan anlayacağız bunu. Ancak şimdi Meşrutiyet’in ilanına giden yolun kırılma noktasını tekil eden bu haberin doğru olup olmadığını sorgulamamız gerekiyor.

Bir kere, konu üzerinde Tarih ve Toplum dergisindeki (Sayı: 24, Aralık 1985, s. 16-19) öncü makalesiyle yol açan Orhan Koloğlu’nun dediği gibi, hadi Çar belki kendi kafasından böyle bir oldu bittiye girişebilirdi ama Kralın, hükümetçe onaylanmadan bu derece hayati önemde bir siyasî kararı alması, alsa da uygulatabilmesi çok zayıf bir ihtimaldi. Kaldı ki, Kral, Reval’e Başbakan ve Dışişleri Bakanı’nı yanına almadan müsteşarlarla vs. gitmişti. Yani “Kral Edward’ın yanındaki uzmanlar arasında siyasal karar verecek nitelikte kimsenin bulunmaması bu açıdan önem taşıyordu.”

İki. Görüşme, uzun zamandır zeminini Fransa’nın döşemekte olduğu bir Antant’ın (İtilafın) son halkasıydı. 1870’de Sedan’da Almanya karşısında yerle bir olan Fransa, Almanya’yı bu birliğin dışında tutabilir ve kin tuttuğu rakibini bir çember içine alabilirse kendisini güvencede hissedecekti. Dolayısıyla hedef, Osmanlı değil, Almanya idi. (Kaynak verip başınızı şişirmek istemiyorum ama meraklılara H.A.L.Fisher’in “A History of Europe” adlı Avrupa tarihinin cilt 2, sayfa 1084 vd. ile W. Kay Wallace’ın “Thirty Years of Modern History” adlı eserinin 48-50. sayfalarına bakmalarını öneririm. Diğer kaynakları, www.mustafaarmagan.com.tr adresinde bulacaksınız.)

Reval görüşmesinin bir başka sebebi ise uzun zamandır Rusya ile yakınlaşmakta olan Avusturya’ya Abdülhamid’in ustaca attığı kancadır. Uzun zamandır istedikleri demiryolu imtiyazını vererek Avusturya’yı tarafsız kalmaya zorlayan Abdülhamid’in bu adımı Rusya’yı karıştırmış, İngiliz ve Fransızların Almanya’yı yalnız bırakma ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nu yanlarına çekme girişimlerine darbe indirmişti. Reval’den sızan haberlere bakılırsa Almanların Rusya ile yakınlaşma çabaları İngiltere ve Fransa tarafından bitirilmiş görünüyordu.

İşte Avusturya ve Alman basınında, Reval buluşmasının gizli gündeminin Makedonya’nın ve Osmanlı Devleti’nin paylaşılması şeklinde yansıtılmasını masumca bir girişim olarak değerlendirmek için İttihatçılar kadar saf olmak gerekiyordu. Burada düpedüz bir istihbarat savaşının içine düşmüştük ve Türkiye kamuoyunu herkes kendi açısından ifsat etmekle meşguldü. Koloğlu, Alman ve Viyana basınından alıntılarla gazetelerin, Reval’de ekonomik çıkar ve saygınlıklarının nasıl yara aldığı ve bir anti-Alman cephenin oluşturulmakta olduğu ısrarının altını çiziyor.

Halbuki Reval tutanakları yayınlandığında görüldü ki, Kral-Çar görüşmelerinde ayrıntıya girilmemiş, dostluk mesajları verilmiş, Almanya ile ilişkiler, bir de Baltık-Kuzey Denizi sorunları ele alınmıştı. Ayrıntılar müsteşarlar düzeyinde ele alınmakla birlikte Sir Hardinge’in tuttuğu zabıtlardan Makedonya sorununun tartışıldığını, bir formül arandığını fakat karara varılamadığını görürüz. Bundan sonra İran, Afganistan, Girit, Avusturya’ya verilen demiryolu imtiyazı gibi konular görüşülmüştür.

Yani zabıtlarda Makedonya ve Osmanlı topraklarının paylaşılacağına dair bir “anlaşma” asla yoktur. Rusya, İngiltere’yi kendi çizgisine çekmeye çalışmışsa da, İngiltere hiçbir vaatte bulunmadan görüşleri dinlemekle yetinmiştir! Bu kadar.

Bu kadar mı? Değil henüz. Asıl sarsıcı bilgi bundan sonra.

Peki işin aslı buydu da, İttihatçılar neden birdenbire celallendiler Reval’i duyunca? Onun cevabını, Koloğlu’nun, “Times”ın Viyana muhabiri Steed’in kitabından yaptığı bir alıntıda buluyoruz. Beraber okuyalım:

“Almanya ve Avusturya-Macaristan’ın Alman Yahudisi basını, Çar ile Kral Edward’ın görüşmesini statükoya (mevcut duruma) karşı bir komplo olarak nitelemeyi ve burada Padişah’ın hükümranlığına ve toprakları üzerindeki otoritesine karşı bir saldırı şeklinde görmeyi tercih ettiler. Selanik ve Makedonya’nın Abdülhamid karşıtı Genç Türk suikastçılarına toplanma yeri hizmeti gören BÜTÜN ÖZEL MASON LOCALARINDA Reval buluşmasının Avusturya-Alman versiyonu yayıldı ve Osmanlı İmparatorluğu’nu tehdit eden felakete karşı hazırladıkları eylemi hızlandırmaları öğütlendi.”

Demek ki neymiş? Birincisi, İttihatçılarımızın kafası, güvenli diye toplandıkları Mason localarında bir güzel yıkanıyormuş. İkincisi, çoğu Reval’i yabancı gazetelerden ve Makedonya’daki konsolosluklardan öğreniyorlarmış. Bir de aralarına karışan ajanların faaliyetini sayarsanız tablo aşağı yukarı tamamlanır.

İşte 3 gece uykusuz kaldıktan sonra 3 Temmuz 1908 günü tabur kasasındaki paraları ‘ödünç’ alarak dağa çıkan Niyazi Bey’i günlerdir uykusuz bırakan haber böyle bir dezenformasyonun eseriydi. Zaten o sırada Mekadonya Mali Komisyonu’nun Fransız delegesi M. Steeg İttihatçıların Makedonya’nın ıslahatıyla değil, Abdülhamid rejiminin devrilmesiyle ilgilendiklerini söylerken bize bir ipucu uzatıyordu aslında: İttihatçıları ateşleyen asıl neden dışta değil içerideydi.

Tam da Reval görüşmelerinin gerçekleştiği günlerde Abdülhamid’in hafiyeleri bu gizli cemiyetin şifresini çözmüşler ve merkeze doğru hızla ilerliyorlardı. Muhtemelen birkaç gün sonra cemiyet deşifre edilecek ve seri tutuklamalar başlayacaktı. (Niyazi Bey’in hatıratında Selanik’e gelen bu ‘müfsidler’den nefretle bahsetmesi boşuna değil.) Ya yakayı ele verecekler ya da dağa çıkacaklar ve ‘hürriyet’ isteyeceklerdi. Hürriyet istiyorlardı zira hürriyet gelirse hafiyelik bitecek ve müthiş takipten yakayı sıyıracaklardı.

Reval bahaneydi yani…


Ayasofya Medresesi

İstanbul'u aldıktan soma Fatih ilk iş olarak Ayasofya'ya gelerek burada toplanmış olan Bizans halkına hitaben can, mal ve din özgürlüklerinin kendi teminatında olduğu konusunda güvence verdi. Harap ve bakımsız durumda olan Ayasofya'yı camiye çevirerek onarıma aldırdı. Fatih ve ondan soma gelen Osmanlı Padişahları da fetih sembolü olarak kabul edilen Ayasofya'ya büyük önem verdiler ve bu konuda hiçbir fedakarlıktan kaçınmadılar. Ayasofya'nın kutsal hikmet manasına gelen Grekçe adının dahi değiştirilmediğini düşünürsek Türkler’in ne kadar hoş görülü oldukları daha iyi anlaşılır.

Özellikle II. Selim döneminde Mimar Sinan'ın yapmış olduğu destek payandaları ve onarımlar sayesinde yapının günümüze kadar ulaşması mümkün olabilmiştir. Ayrıca Sultan Abdülmecid döneminde Fossati kardeşlerin yaptıkları restorasyon çalışmaları da önemli yer tutar. Cami'ye çevrildikten sonra İslam inancı gereği Ayasofya'nın içinde bulunan figürlü mozaiklerin üzerleri ince bir sıva ile örtülmüş, bu uygulama ile bir bakıma bunların korunması sağlanarak günümüze kadar ulaşabilmeleri mümkün olmuştur.

Ayasofya'nın masrafları ve onarımları, Fatih tarafından kurulmuş olan vakıf gelirlerinden karşılanmıştır. Ayasofya'nın vakıfları şehir içindeki musakkafat, dükkanlar evler, menziller, değirmenler, hanlar, hamamlar ve özellikle Fatih tarafından yaptırılan bedestenlerden oluşmaktadır. 926 tarihli tahrir defterinde Ayasofya vakıflarının hasılatı 1.426.288 akçedir. O tarihlerde 40 akçe 1 flori olmakla, bu miktar 36.500 altın flori, bugünki para ile 2.500.000 liradan fazla tutar (Kapalıçarşı Akçalı Kuyumcusundan alınan bilgiye göre 1973 yılında 1 gr. Altın 19 TL. idi, 09.01.2003 günü 1 gr. Altın 19.000.000.-TL. dır. Bu hesaba göre kitabın basım tarihi olan 1973 yılının 2.500.000.- TL.sı bugünün 2500000 x




19000000 : 19 = 2.500.000.000.000.- "ikibuçuktrilyon" TL. dir.). Bu yüklü gelir sayesinde Ayasofya devamlı olarak imar edilip ayakta kalabilmiştir. Bugün de Kültür Bakanlığı tarafından Müze içinde onarım ve restorasyon çalışmaları aralıksız devam etmekte ve binanın korunması yolunda her türlü çalışma yapılmaktadır.

Çok iyi eğitim görmüş olan Şehzade Mehmed (Fatih) zamanın en iyi alimlerinden olan Molla Gürani ve Molla Hüsrev'den dersler aldı. Bilim ve eğitime büyük önem veren Fatih, İstanbul' u aldıktan sonra da ilk iş olarak Zeyrek'teki Pantakrotor Manastırı odaları ile Ayasofya'daki Papaz Odalarını medrese olarak açtı. Bu nedenle İstanbul külliyesi (Üniversitesi) medreselerinin 1453 yılında Zeyrek ve Ayasofya'da kurulduğunu söylemek yanlış olmaz. Medresenin ilk müderrisi de Fatih'in hocası Molla Hüsrev'dir.

Şam'lı Ebu Bahram'ın Atlas Minor tercümesinde İstanbul hakkında ilave olan bilgiler arasında "Fatih Ayasofya'nın şimal tarafından talebe-i ulum için vezayifi muayene ile bir darm tahsili ulum ve medrese-i aliye ihdas etmiştir." denmektedir. Bu eski saray tarihinden yani 1454 den evveldir. Bu nedenle Ayasofya medresesi'nin 1453 yılında Ayasofya Camii' nin kuzeyinde var olduğunu söyleyebiliriz

Fatih Külliyesi 'nin inşası üzerine bir süre boş kalan Ayasofya Medresesi II.Bayezid döneminde (1481-1512) tekrar kullanılmaya başlanmıştır. 1596 tarihli masraf defterinden anlaşıldığına göre, daha önce yıktmlan medrese, 1596 da yeniden ihya edilmiştir 4.Fatih'in yaptırmış olduğu tek katlı medresenin üstüne ıı. Bayezıd bir kat ve hücreler ilave ederek iki katlı bir medrese haline dönüştürmüştür. 1846-1849 yılları arasında Sultan Abdulmecid döneminde Mimar Fossati kardeşler tarafından yapılan Ayasofya restorasyonu sırasında medrese binası da restore edilmiş ve tamir sırasında köklü değişiklikler yapılmıştır.

Ayasofya Medresesi'nde çok değerli bilim adamları ders vermişlerdir. Bunlardan biride Fatih zamanının en önemli alimlerinden Ali Kuşçu' dur. Ayasofya hakkında bir risale yazıp Fatih'e hediye etmiş olan Ali Kuşçu hakkında Süheyl Ünver şu bilgileri vermektedir. Fatih, Ali Kuşçu'yu 1473 de Uzunhasan seferine giderken yanında götürür. Dönüşte Ayasofya Medresesi 'ne günde 10 akçe, Nişancı Paşa'ya göre 200 akçe ile Müderris tayin eder. Ölünceye kadar Ayasofya Medresesi'nde müderrislik yapan Ali Kuşçu'nun mezarı Eyüp Sultandadır 5.

İstanbul 'un tarihi eserlerini çizmiş olan Gurlitt' in Ayasofya'nın genel planında 18 numara ile medresenin yeri belirtilmiştir. Prof. Dr. Süheyl Ünver'in "Ali Kuşci" risalesinde medresenin yıkılmadan önce çekilmiş olan resimleri ile planları yayınlanmıştır. Gurlitt'in planında ölçek olmasına rağmen medresenin ayrıntılı çizimi yoktur. Süheyl Ünver'in planında ise ayrıntı olmasına rağmen ölçek bulunmamaktadır. E. Hakkı Ayverdi Osmanlı mimarisinde Fatih devri adlı eserinin III. cildinde bu iki planı da yayınlanmıştır.

Ayasofya' da 1982 yılı onarımıarı sırasında tamamen toprak dolgu altında kalan, çalılık ve moloz yığınları altındaki medrese alanı önce temizlenmiş somada temel sondajlarına geçilmiştir. Onarım çalışmalarını yürüten Y.Müh. Mimar Alpaslan Koyunlu'nun araştırmaları sonucunda medresenin temel kalıntıları, bölme duvarları, su yolları, şadırvan kaidesi ile ana gezinti yolları ortaya çıkarılmıştır 6. Alpaslan Koyunlu tarafından yapılan çalışmalar sonucunda medresenin rölövesi hazırlanmış ve burada daha geniş bir kazı yapılması gerektiği belirtilmiştir.

Ayasofya'nın kuzeybatı köşesinde halen Ayasofya Medresesi'ne aİt temel kalıntılarının izlerine rastlanmakta olup, bu kısım çalı ve oHarla kaplanmıştır. Bu kısımda kazı yapıldığı takdirde medresenin planları hakkında daha ayrıntılı bilgiye sahip olabiliriz. Ancak resimler ile eski planlardan anlaşıldığına göre iki katlı, bir iç avluya sahip, ahşap revaklı bir yapıdır. Prof. Dr. Semavi Eyice'ye göre 19.yy'da yaygın olan batı üslubundan etkilenmiş görünen medrese binasının dar bodrum pencerelerinin üzerinde iki sıra halinde uzanan yarım yuvarlak kemerli büyük pencereler o güne kadar alışılagelmiş medrese mimarisinden çok uzaktır 7.

Ekrem Hakkı Ayverdi yukarıda bahsettiğimiz eserinin 321. sayfasında aynen şu ifadeler yar almaktadır. "...Gurlitt'in planı önde 50, arkada 47 m., derinlik 35 m.dir; iç avlu 14 x 23m. dir; iki kollu bir merdiveni vardır. Süheyl Ünver beyin planı Arkeoloji Müzeleri'nden almış; biz çok aradık yoktu; pek fazla bir ma'lümat vereceğini de tahmin etmiyoruz. Bu plana göre büyük tarafta bir katta 17 şerden 34, küçük avlu üzerinde 12 oda vardır. Büyük avlu ortasında ilk binadan kalma tonozlu bir mahzen vardır.

Bu haliyle binanın Dar'ül-Hilat'ül-' Aliye Medresesi olarak 1924 senesine kadar kulanıldığı bilinmektedir. 1934 Ayasofya Suikasdını ta'kıyben Müze Müdüri (Aziz Ogan) tarafından gayretkeşlik ve emir kulluğu zoruyla yıktmlmıştır; mezkur Müdürin bir Su' ale cevaben yazdığı mektubun sureti elimize geçti; bundan binanın temamen muhdes olduğu ve binaen'aleyh "Ayasafya gibi tarihi mühin:ı bir abidenin yanında olması hasebiyle yıkılmasının zaruri" bulunduğu ifade edilmektedir.

Bina orta yok ki ne derece muhdesdi cevap verelim. Amma xıx. asırdan olursak muhakkak yıkılır diye bir kaa'ide mi vardı ki kurtarılması cihedine gidilmesi? Ve bir an evvel ortadan kaldırılmak telaşı içinde palas pandıras yıktırıldı. Bina yeni de olsa Fatih'in yaptırdığı ilk İstanbul Medresesi idi. Fekat bunu vicdanının en derin yerinde hissetmek için bizden olmak gerektir. Bir tek duvar kalsa Ayasofya'nın yanında bırakılacaktı, işte o kadar."

1924' e kadar medrese olarak kullanılan bina bir ara Vilayetin emrinde kimsesizler yurdu olarak kullanılmış, ancak; 1934 yılında harap olduğu ve Ayasofya'nın görünümünü bozduğu gerekçesiyle zamanın Antikiteler ve Müzeler Umum Müdürü Aziz Ağan'ın emri ile yıktırılmıştır.

1924'den 1934'e kadar kimsesizler yurdu olarak kullanılan medrese yıkılmadan önce resimleri çektirilip, planları mimar Nihat'a çizdirildikten sonra birer nüshaları Evkaf Müdürlüğü'ne ve Kültür Bakanlığı'na gönderilmiştir. Muhtemelen bir nüshası da Arkeoloji Müzeleri Müdürlüğü'nde kalmış olup, Süheyl Ünver de "Ali Kuşci" kitabındaki medrese hakkındaki bilgileri buradan almış olmalıdır.

E. Hakkı Ayverdi'nin fikirlerine tamamen katılmakla birlikte önemli olan bundan sonra neler yapılabileceğidir. Süheyl Ünver, Ekrem Hakkı Ayverdi ve Gullitt' in plan ve bilgilerinin yanısıra Alpaslan Koyunlu tarafından yapılmış olan rölöve ile İstanbul Arkeoloji Müzeleri fotoğraf arşivinden edindiğim medresenin eski fotoğraflarından yararlanarak Ayasofya Medresesinin restitüsyon planı yapılarak rekonstürüksüyon (yeniden inşası) yapılabilir. Böylece İstanbul'un fethinin 550. yıl dönümünü kutlayacağımız bu yıl içerisinde Fatih' in anısını da yaşatmış olmakla birlikte Ayasofya Müzesinin depo, ofis gibi yer ihtiyaçlarının karşılanması da mümkün olacaktır. Ayrıca yapıya kültür amaçlı bir fonksiyonda kazandırılabilir.

Medresenin yıkılmadan önce 1934 ve 1935 yıllarında Eski Eserler Encümeni tarafından çekilmiş olan fotoğrafları elde ettiğim İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürlüğü'ne, müzenin fotoğraf bölümü şefi Arkeolog Turan Birgili ve mimari konularda yardımlarını esirgemeyen İstanbul Rölöve ve Anıtlar Müdürlüğü mimarı Hüseyin Kaya'ya teşekkürü bir borç bilirim.

Bu arada Türk kültürüne büyük hizmetleri geçen yukarıdaki bilgilere ulaşmamızı sağlayan Ekrem Hakkı Ayverdi ve Süheyl Ünver hocalarımızın yanı sıra; Ayasofya içinde görmekte olduğumuz Kazasker Mustafa İzzet Efendi'nin yazdığı 7,5 metre çapındaki dünyanın en büyük levhalarını Ayverdi'ye onartarak, kendi çabasıyla tekrar yerine astıran eski Müdürümüz Arkeolog Muzaffer Ramazanoğlu'nu saygı ve rahmetle anıyoruz. Ayverdi, Ünver ve Ramazanoğlu gibi Türk kültürüne hizmeti geçmiş bilgili ve cesur insanlar sayesinde kültür değerlerimiz korunmuş ve günümüze ulaşabilmiştir. Başka milletlerin değerlerine sarılan kişi_erse onların adi birer kopyası olmaktan öteye gidememişlerdir.

Büyük Çerkes Sürgünü

Göç [ing. Migration]: Birey ve grupların ekonomik, sosyal, kültürel vb. nedenlerden dolayı bir yerden başka bir yere gitmeleridir. (Kızılçelik-Erjem, 1994: 185)

Coğrafya başta olmak üzere, iktisat, sosyal psikoloji ve sosyoloji gibi göç olgusunu inceleyen disiplinler arasında konuya en geniş açıdan bakan bilim dalı sosyolojidir. ''Çünkü sosyolojik tahliller coğrafi değişmelerden ziyade sosyolojik boyut ve çerçevedeki değişmeleri dikkate alır. Örneğin, göçün ortaya çıkaracağı sosyal hareketlilik, göç sebepleri, uyum, göçe neden olan kararların oluşumu, göç sürecindeki ayıklama safhaları ve sonuçları ile göç edilen ülke ve göçe kaynak olan ülke halkları üzerindeki etkileri sosyolojinin ilgi alanı kapsamındadır." (Gezgin, 1994: 14)

Göç türleri incelenirken ele alınan ‘mesafe’ kavramı genellikle kıta içi ve kıtalararası göçlerle ilgilidir. Bir ülkenin milli sınırları içerisindeki nüfus hareketlerine iç göç, nüfusun ülke sınırları dışına yönelik yer değiştirmesine ise dış göç denir. Mahiyetleri itibariyle bu tür göçlerde fiziksel mesafe kavramının hiç bir önemi yoktur (Gezgin, 22).

Mecburi göçlerde (tehcir), göç kararı göç edenin iradesini dikkate almamaktadır. Zorunlu iskân politikaları yahut bir savaş veya doğal afet nedeniyle ortaya çıkan göçler mecburi göçlerdir. ''Göç edenin iradesine dayalı olmayan yer değiştirmeleri klasik anlamıyla göç saymama eğilimi de mevcuttur. Bu eğilimin nedeni ‘sürgün’ kavramının göç kavramından ayrı bir kriterle incelemeye tabi tutulması gereğine dikkat çekmek olmalıdır''. (Uysal, 1996: 141)

Yukarıdaki tanımlardan açıkça anlaşılacağı üzere, Çerkeslerin Kafkasya'dan Anadolu'ya gelişi bir sürgün olup, bu kütlesel nüfus hareketinin göç olarak isimlendirilmesi doğru değildir.

Çerkeslerin sürülme sebebi


Ekonomik, dini, siyasi ve kültürel sebepler yanında tarih boyunca en çok karşılaşılan sürgün sebebi savaşlar olmuştur. Kafkasya'dan Anadolu'ya kitleler halinde akan nüfus hareketinin de-siyasi ve dini boyutu da olmakla beraber en mühim sebebi iki asır devam eden Rus savaşlarının Çerkesler aleyhine mağlubiyetle sonuçlanmasıdır.

Sürgün güzergahı

1859-1864 yıllarında yurtlarından sürülen Çerkesler deniz yoluyla, Kafkasya'da, Taman, Tuapse, Anapa, Tsemez, Soçi, Adler, Sohum, Poti, Batum vd. limanlardan bindirilip Osmanlı Devleti'nin Trabzon, Samsun, Sinop, İstanbul, Varna, Burgaz ve Köstence limanlarında indiriliyordu. 1865-1866 sürgünü ile Osmanlı-Rus harbinden sonraki 1878 tehciri kara yoluyla gerçekleştirildi. Doğu yolundan genellikle Çeçen, Dağıstan, Asetin, Kabardey muhacirleri göçürülmüştür. Daha sonraki tehcir de kara yoluyla yapılmıştır (Berzec, 1986: 114).

Sürgün yolunda çekilen çileler Yolda telef olanların feci durumları Trabzon'daki Rus konsolosunun, tehcir işlerini idare etmekte olan General Katraçef'e yazdığı raporda şöyle anlatılır: ''Türkiye'ye gitmek üzere Batum'a 70.000 Çerkes geldi. Bunlardan vasati olarak günde 7 kişi ölüyor. Trabzon'a çıkarılan 24.700 kişiden şimdiye kadar 19.000 kişi ölmüştür. Şimdi orada bulunan 63.900 kişiden her gün 180-250 kişi ölmektedir. Samsun civarındaki 110.000 kişi arasında her gün vasati 200 kişi can veriyor. Trabzon, Varna ve İstanbul'a götürülen 4650 kişiden de günde 40-60 kişinin öldüğünü haber aldım." İşte bu suretle peş peşe sürüp gelen felaketlerin ve musibetlerin darbeleri altında inleyen ve eriyen bu kahraman ve faziletkar milletin bedbaht bakiyesi de Dobruca, Bulgaristan, Sırbistan, Arnavutluk, Suriye, Irak gibi daima tehlikeye maruz bulunan ve daima emniyetsizliğin hükümran olduğu yerlere iskân edilmiştir (Berkok, 1958: 529).

Çarın Kafkasya naibi olarak atadığı kardeşi Grandük Mişel, 1864 Ağustosunda Batı Kafkasya sakinlerine şu fermanı tebliğ etmişti: ''Bir ay zarfında Kafkasya terk edilmediği takdirde, bütün nüfus savaş esiri olarak Rusya'nın muhtelif mıntıkalarına sürülecektir:" (Berkok, 526).

işte bu yüzden, esaret ve tabiiyeti en büyük şerefsizlik addeden Çerkesler, güzel vatanlarını terk etmeye mecbur kalmışlardır. Meşhur Rus şair Lermontof bu hakikati bir şiirinde şöyle dile getirir: ''Bu insanlar yurtlarını ve babalarının mezarlarını neden terk ediyorlar? Düşman kuvvetinin zoru ile mi? Hayır! Düşman kuvvetlerinin beraberinde getirdiği esaret zincirinin korkusuyla!" (Berkok, 524).

Rus yönetimi, bölgenin yerli nüfustan arındırılarak boşaltılması hususunda zecri (zorlayıcı) tedbirler alma yanında bir takım kolaylıklar da sağlıyordu. Rus ordusundan ayrılıp gelen ve Osmanlı ordusunda görev alan General Musa Kunduk(ov) Paşa bakınız ne itiraflarda bulunuyor:

''Çeçen reisleri uzun münakaşalardan sonra göçü kabul edip nasıl gerçekleşeceğini sordular. Ben de Gürcistan üzerinden kara yoluyla gideceğimizi ve Rus ordusunun da her türlü kolaylığı ve yardımı yapacağını söyledim... Rus Generali Loris'e gidip 50 bin dönüm kadar olan arazime mukabil 45 bin altın ruble istedim. Derhal ödedi. Fakir muhacirlere sarf etmek üzere ayrıca 10 bin altın ruble daha istedim. Bunu az bularak 20 bin ödedi... Bu şekilde 25 Mayıs 1865'te, aralarında ailem ve akrabalarımın da bulunduğu 3 bin Çeçen aile ile birlikte göç ettik. Geride kalanların tehciri görevini Çeçen mıntıkası naibi reis Sa'dullah'a tevdi etmiştik." (Kundukov, 1978: 67-70).

Modern tarihin en büyük kitlesel nüfus hareketlerinden biri olan Çerkes sürgünü (Henze, 1986: 247) esnasında deniz gibi kan akıtıldı. Gemiye binmek için aç bîilaç kıyıda yağmur çamur içinde, ölüm iniltileriyle bekleşenler, yanaşan gemiye üşüşüp taşıma kapasitesinin çok üzerinde biniyorlardı. Gemiler de daha fazla para alabilmek için çok yolcu alıyor, bu yüzden fazla yol almadan batan gemilere sık rastlanıyordu. 1864 Mayısında, Trabzon'daki Rus konsolosunun yazdığına göre 30 bin kişi açlık ve hastalıktan kırıldı. Gemilerde hastalık alameti gösteren olursa derhal denize atılırdı...1858-1865 yıllarında 493.124 insanın gittiği Trabzon'da bir tek adamın 3050 cariye birden aldığı oluyordu...' (Avksentev, 1984: 61-62).

Üç milyon Kafkas insanını zorla yurdundan süren Rusya, bu mazlum ve mehcur (kendi kaderiyle baş başa bırakılmış, unutulmuş) millet üzerindeki siyasi emellerine son vermiş değildi.

Rus Hükümeti adına General Fadol, Musa Kunduk ile Gazi Muhammed'e şu teklifi sunmuştu: 'Afganistan hududunda Çerkeslerden müteşekkil bir devlet kurmak, Osmanlı Devleti'ndeki tüm Çerkesleri oraya göçürmek, kurulacak devletin Rusya'ya bağlı kalması şartıyla bütün masraflarının Rusya tarafından ödeneceğini garanti etmek.' Her ikisi de bu teklifi reddetmişti. Rusya bu proje ile Afganistan'ı işgal etmekte olan İngilizleri bertaraf etmeyi düşünüyordu. (Kundukov, 12) Göçürülen Çerkeslerin karşılaştığı dayanılmaz zorluklara şahit olan bazı Ruslar bile vicdan azabı duyuyordu. Musa Kunduk Paşanın hatıratına bir göz atalım:

"... insanların perişanlığını hayretler içinde temaşa ettiğimi gören istasyon yetkilisi koşarak yanıma geldi ve gözleri yaşla dolarak dedi ki; 'Ekselans, dünyada bu acıklı manzarayı seyredip de kalbi burkulmayacak insan var mıdır? Allah'tan korkmak lazım. Bu topraklar onların yerleridir. Ne hakla onları bir bilinmezin içine sürüyoruz? Nereye gittiklerini sorduğumda, Osmanlı Devleti'ne diyorlar. Ama nasıl ve ne zaman? Onları neler bekliyor, belli değil. Bu konularda hiç bir bilgileri yok.' (Kundukov, 62-63).

Tehcir sürecinde geri dönme eğilimi

21 Mayıs 1864'te dört asırlık Rus -Kafkas savaşının batı kesimde de mağlubiyetle sonuçlanmasıyla başlayan büyük tehcir süreci uzun sürmemiştir. Osmanlı Devleti'nden dönüp gelen bazı insanların anlattıkları, Paç'e Beçmırza'nın şiirleri, açlık, hastalık ve ölüm haberleri getiren gözyaşı ve hasret dolu akraba mektupları özellikle Kabardey'den göçün devam etmesini engellemiştir. (Berzec, 134 )

Hüseyin Paşa Osmanlı Devleti'nin göçe hazırlıklı olmadığını, bu konuda Çerkesler için hiç bir şey hazırlanmadığını, bu muhacirlerden ilk büyük grubun durumunun ağıt yakılacak derecede perişan olduğunu belirterek ‘önemle rica ediyorum, tehcir meselesinde acele etmeyelim’ demişti.

Tehcir büyük bir hızla devam ederken, bir taraftan da geri dönme eğilimleri baş göstermişti. Türkiye'deki Rus Elçisi İgnatiev'in 21.02.1872 tarihinde Rus Dışişleri Bakanı'na yazdığı gizli bir yazıda, Türkiye'ye göçürülmüş 8500 Çerkes ailenin katlandıkları dayanılması zor-şartlardan şikayetle Kafkasya'ya geri dönmek istedikleri bildirilmiştir. (Berzec, 198)

İskan edildikleri yerlere uyum sağlayamayıp geri dönmeye yeltenen muhacirlerin sayısı o kadar artmıştı ki, Osmanlı hükümeti tedbir alma ihtiyacı hissetmişti. 18 Kanun-ı sani 1789 tarihli emirname ile Çerkeslerin kaçmasına fırsat verecek her hareketin engellenmesi emredilmiş, bu hususta yabancı deniz nakliyat şirketlerine de gemileriyle tek bir Çerkes dahi taşımamaları’ resmi yazıyla bildirilmiştir. (BOA, Hariciye Nezareti , 122/64 )

Bandırma civarındaki Yeni Sığırcı köyüne iskân edilen 300 aileden 150'si, oradaki hayata uyum sağlayamayıp anavatana dönmüştür.
1911'de Hac dönüşünde Şam valisi ile görüşen Canıko Bako; on bin Çerkes o1duklarını, kendilerine hicret etmek istediklerini söyler, vali de memnuniyetle kabul eder. Canıko, Mehmet Hanaşe ile birlikte bir heyet halinde gelip daha önce iskân edilen köyleri gezer, perişan hallerine şahit olur. Kendilerinin iskân edilmesi için belirlenen Kerk tepelerini gezerler. Bu kayalıkları beğenmeyip Ağustos 1911'de deniz yoluyla İstanbul üzerinden geri dönerler, hiç kimse de hicret etmez. (Berzec, 130)

İstanbul'daki Çerkes Teavün Cemiyeti sekreteri hukukçu Tsağo Nuri 1913'te anavatana dönerek Kabardey bölgesinde değişik okullarda Çerkes Dili okutmaya başlamıştı. (Berzeg, 1995: 247)

1991'de kurulan Kafkas Halkları Konfederasyonu'nun (KHK) fahri başkanı Musa Şenıbe anlatıyor: "Annem anlatırdı; Dedem yolda (karşıdan gelen gemidekilerden) Türk'e gidenlerin hastalıktan kırıldığını öğrenince yanındakilerle birlikte denizin ortasından dönüp geri gelmiş.'' (Şenıbe, 1996).

Osmanlı Devleti'nin tehcir ve iskân politikası

Osmanlı Devleti'nin Kafkasya ile ilk temaslarını kurduğu 17. Asırdan itibaren ferdi göçler başlamıştı. Büyük göçten önce Osmanlı ordusunda görev almış yüzlerce subay ve bir kısmı vezirlik yapmış 300 paşa vardı. Osmanlı Devleti Kafkasya'yı hakimiyeti altına almak için bu üst düzey bürokratlardan yararlanmıştır. Musa Kunduk Paşa şöyle anlatır: "Sadrazam ile görüştükten sonra Berzec Hüseyin Paşanın yanına gittim. Wubıkh Ali Paşa da (Hafız Paşanın kardeşi) oradaydı. Bu iki zat Çerkes muhacirlerinin vaziyetini yakından takip ediyordu. Hüseyin Paşa Osmanlı Devleti'nin göçe hazırlıklı olmadığını, bu konuda Çerkesler için hiç bir şey hazırlanmadığını, bu muhacirlerden ilk büyük grubun durumunun ağıt yakılacak derecede perişan olduğunu belirterek 'önemle rica ediyorum, tehcir meselesinde acele etmeyelim' demişti.'' Hüseyin Berzec Paşa 1866'da idam edilmiştir (Berkok, 517).

"Kuruluşundan beri iç problemlerini çözmede tehcir ve iskân metoduna sıkça başvuran Osmanlı Devleti, 9 Mayıs 1857'de tehcir kanununu çıkarmıştır. Bu arada Rus Çarıyla gizlice ittifak etmiştir... Göçenlerin mal, can ve hürriyetleri, sair tüm hakları sultanın garantisi altında idi. Her tür vergiden muaf olarak arazi verilmesi vaat edilmişti. Anadolu'ya yerleşenler 12 yıl askerlikten muaf tutulmuştu. 1860 yılında iskân-ı Muhacirin Komisyonu kuruldu. Bunda ekonomik ve politik çıkarlar gözetilmişti. Buradan anlaşılıyor ki Çerkeslerin göçürülmesi, Osmanlı Devleti'nce planlanmış, sonraları gelişen fiili durumdan çok daha önce programlanmış bir iştir.'' (Karpat'tan naklen Berzec, 47)

Nefy ve iskân, yönetim politikalarından en barizleri olan Osmanlı Devleti (Barkan, 1949-50: 524 vd.) bu tehcir ile yüz yüze kalmış olduğu bir çok problemini halletmeyi de düşünmüştü. (Berzec, 120)

Rusya'nın iskâna müdahalesi

Binlerce yıllık öz yurdundan zulüm ve kanla sürdüğü milyonlarca insanı gittiği yerde de rahat bırakmayan Rusya, onların nerelerde iskân edileceğine de müdahale etmiştir. Rusya'nın 2 Mart 1878'de Osmanlı Devleti ile imzaladığı anlaşmada, Rus hududuna yakın yerlerde iskân edilen Çerkeslerin iç bölgelere götürülmesi hususu üzerinde durulmuştur (Berzec, 126). Nitekim öyle de yapılmış, 150.000 Çerkes bu sefer de Rumeli'den Anadolu'ya göçürülmüştür.

Sürülen Çerkes sayısı

Büyük tehcirle ilgili resmi istatistik bilgilerinin tamamına sahip değiliz. Ancak muttali olunabilen Rus, İngiliz, Fransız ve Osmanlı kayıtlarında 700 binden 2 milyona kadar değişen rakamlar mevcuttur. Osmanlıdaki nüfus hareketlerini inceleyen Obisni İrolitimo 1866'da muhacirlerin bir milyona ulaştığını belirtir (Nartların Sesi, 1980: 15).

Ünlü tarihçi Kemal Karpat, 1859-1879 arasında göçürülen Kafkasyalıların, çoğu Çerkeslerden oluşmak üzere 2.000.000 civarında olduğunu, sağ salim Osmanlı Devleti'ne ulaşan muhacir sayısının ise 1.500.000 olduğunu belirtir (Karpat, 1995: 69). Kafkasya'nın hürriyet mücadelesi konusunda değerli bir eser yazmış olan Hızal da tehcirin 1.500.000 Kafkasyalının yurdundan sürülmesiyle sonuçlandığını belirtir (Hızal, 1961: 49).

Ancak; Kafkasya'da yaşanan iç tehcirleri, Sibirya ve Orta Asya'ya sürülenleri, Balkanlardan Anadolu'ya, Bandırma civarından Güneydoğuya göçürülenleri, Yahudi -Arap savaşında Golan bölgesinin işgali üzerine Kunaytıra'dan sürülenleri de hesaba kattığımızda, kelimenin hakiki anlamıyla yurdundan sürülen Çerkes sayısı üç milyonu aşmaktadır.

Çerkes Muhacereti (Diasporası)

Çerkeslerin Kafkasya dışında en yoğun yaşadığı yerler, başta Türkiye olmak üzere, Suriye, Ürdün, Filistin, Mısır, Yugoslavya, bazı Avrupa ülkeleri ve Amerika gibi çok farklı ülkelerden oluşmaktadır. Varna'da halen dört Çerkes köyü vardır ve özel kıyafetlerini ve dillerini muhafaza etmektedirler. Trablusgarp'a (Libya) bir defada 1000 aile gönderilmiş olduğu arşiv belgesi ile sabittir. Irak, Endonezya gibi hiç tahmin edilmeyecek ülkelerde dahi Çerkes varlığına rastlanmaktadır. Mısır'da üç asırdan fazla hüküm süren Çerkes Memlükleri ise: ayrı bir araştırma konusudur.

Sürgünün açtığı derin yaralar

"Tehcir operasyonu, binlerce yıllık Kafkas tarihinin en mühim hadisesidir. Bu olay Kafkasyalıların sosyal yapısını, ekonomisini ve politikasını menfi yönde etkilemiştir."(Berzec, 129)

Aynı kanaati paylaşan ve 1864 büyük sürgününün Çerkes toplum yapısında son derece büyük tahribatlara yol açtığını belirten din bilgini Meretowkoe Nuh, Çerkes Tarihi adlı eserinde, gerek 1864'te, gerekse daha sonra devam ederek 1878, 1888, 1890 ve nihayet 1900 yıllarında Osmanlı Devleti'ne vuku bulan göç hareketlerini tenkit etmekte ve vatanın toplu şekilde boşaltılmasının meşru bir gerekçesi olmadığı görüşünü savunmaktadır (Mertuki, 1912: 34, 61).

Büyük Çerkes sürgününün Adıge toplumunun sosyal yapısını derinden etkileyen sonuçlarından biri de, çok sayıda Adıge insanının köle ve cariye olarak satılması olmuştur ki bu olgunun yansımalarını, Ahmet Midhat, Abdülhak Hamit, Sami Paşazade Sezai, Mizancı Murat gibi kendisi veya annesi Çerkes olan bir çok Osmanlı aydının eserlerinde açıkça görmek mümkündür. (bkz. Parlatır, 1987: 31 vd.)

Kaynakça

-Avkscntcv, A., İslam na Sevemom Kavkaza, Stavropol, 1984.
-Barkan, Ö. L., 'Osmanlı İmparatorluğunda Bir İskân Kolonizasyon Metodu Olarak Sürgünler', İ.Ü.İ.F. Mecmuası, c. 11, s.l-4, İstanbul 1949-50, s.524 vd.
-Berkok, İ., Tarihte Kafkasya, İstanbul, 1958.
-Berzec, N., Tehcîru'ş -Şerâkise, (Arapçaya çev. İsamu'1 -Hasen), Amman, 1 986.
-Berzeg, S. E., Kafkas Diyasporasında Edebiyatçılar ve Yazarlar Sözlüğü, Samsun 1995.
-BOA, Hariciye Nezareti, c. 122, dosya no: 64.
-Gezgin, M. F.,İşgücü Göçü ve Avusturya'daki Türk İşçileri, İ.U. Yayınları, İstanbul, 1 994.
-Henze, P., 1986, s. 247'den nak. Edris Abzakh, ‘Circassian Home Page’, İntemet, (http.//www.geocities.com./CollegePark/234 1/).
-Hızal, A. H., Kuzey Kafkasya Hürriyet ve İstiklâl Davası, Orkun Yayınları No: 4, Ankara 1961.
-Karpat, K. H., Ottoman Population 1830-1914, Wisconsin, 1995.
-Kızılçelik, S., Erjem, Y., Açıklamalı Sosyoloji Sözlüğü, Atilla Kitabevi, Ankara, 1994.
-Kundukov, M., Anılar, çev. M. Yağan, İstanbul 1978.
-Mertûkî, N., Nûru'l-Mekâbis fî Tevârîhi'l-Çerâkis, Kerimiyye Matbaası, Kazan, 1912.
-Nartların Sesi Dergisi, Sayı. 16, Ankara, Şubat 1980,s.15.
-Şenibe Musa ile Röportaj, Nalçik, 01.10.1996.
-Parlatır, İ., Tanzimat Edebiyatında Kölelik, TTK Yayınları, Ankara, 1987 .
-Uysal, H., İnsan ve Toplum Bilimleri Sözlüğü, Uysal Kitabevi, Konya, 1996.