27 Şubat 2009 Cuma

Bazı Karadeniz İlçelerinin Tarihçeleri

ARHAVİ

Arhavi Halkı’nın Kökeninin Kısa Bir Tarihçesi

Kafkasya ve Doğu Karadeniz Bölgesi, MÖ dönemlerden beri çeşitli kültür ve uygar- lıklara yurtluk etmiştir. Arhavi halkı ve coğrafyası da bu tanımın içindedir.

Lazları da içine alan Kolheti kültürü bunlardan birisidir.

Kolheti ismi, tarihi süreç içinde siyasi bir birliğin adı olarak ortaya çıkmış, egemen olduğu coğrafyaya da kendi adını vermiştir. Lazlarla çok yakın ilişkisi bulunan Kolheti Kral- lığı, bu özelliği ile konumuzun özünü oluşturmaktadır.

Gerek coğrafi bir terim ve gerekse siyasi bir özne olarak tarihte, Kolheti ismi, değişik dillerdeki fonetik özellik ve telaffuz ayrılıkları nedeniyle, Kolh, Kolheti, Kolkis, Kolhida... ve benzeri oniki çeşit olarak yazılan ve söylenen bir isim olmuştur.

Önce bu oniki çeşit isimle literatüre geçmiş Kolhet’nin Laz terimi ile olan ilişkisine bir göz atalım.

Bizanslı tarihçi Prokopius “ Eskiden kullanılan Kolh adı, Laz adı ile değiştirilmiştir” diyor. ( 6. yüzyıl Priskos, Bella Cotli ve Savaş tarihi 11, 17)

Yine Bizanslı Agastias da, çok eski çağlarda Lazlara, Kolh deniliyordu diyor. (6. yüz- yıl Bizanslı Tarihçisi Agastias 1, 3 )

Öyle ise tarihte, Kolheti’ nin (oniki yazılışından biri ile) geçtiği her metin, Lazlardan veya Lazların da içinde bulunduğu siyasi birlikten bahsediyor demektir.

Şimdide Kolheti’nin neresi ve kimlere ait uygarlık olduğuna değinelim:

Kesin bir çizgi ile belirtmemiz mümkün olmamakla beraber Kolheti, Kafkas Dağları’ nın güney eteklerinden başlayıp Trabzon’a kadar uzanan, doğuda Suram eteklerine kadar va – ran bir bölgenin adıdır. İsminin tarihi süreç içinde, üzerinde kurulmuş bulunan Kolheti Krallı- ğı’ndan geldiği kesindir.

Kolheti Krallığı’nın orijini, eldeki mevcut kaynak ve arkeolojik bulgulara göre MÖ 12-11. yüzyıllara kadar izlenebiliyor. Başlangıçta iki halk gurubunun oluşturduğu, bilahare birçoklarının dahil olduğu ve geliştirdiği bir uygarlıktır. İlk dönemlerde krallığın halkını Eg- risililer (Laz) ve Abhaz-Abazalar oluşturuyordu. (George Amicba’nın Doçentlik tezi, Orta – çağda Abhazlar, Lazlar).

Ancak, Ergisi (Laz) ve Abhaz- Abaza isimleri, devletin belirleyici simgesi olarak hiç kullanılmamış, bütün kaynaklarda devletin oniki çeşit yazılışı ve okunuşu olduğunu anlattığı- mız Kolh, Kolheti, Kolhida, Kolkis... Krallığı olarak anılmıştır.

Milat yıllarında, Trabzon’a kadar olan bölgeye, Kolheti halklarından bir Megrel- Laz göçü olmuştur. Milattan sonraki ilk yıllarda da Romalılar bu Krallığı Egrisi (Laz) soyundan gelen krallara devretmişler ve Kolheti Krallığı’nın ismini Lazika Krallığı’na dönüştürmüşler- dir.

İşte bundan sonra Laz ismi tarih sayfalarına girmiştir. Bu ismin, yani Laz isminin ilk kullanıldığı eser, 79 yılında Romalı müellif Plinius’un “Naturalis Historia” adlı eseridir.

Lazika Krallığı ismi ortaya çıkmadan önceki dönemlerde Kolheti Krallığı veya oniki çeşit isminden biri söylendiği zaman halk olarak ya Egrisilerden (Laz) veya Abhaz- Abazalar- dan bahsediliyor demekti. Bilahare de Çerkesler, hatta İskitler bu uygarlığa dahil olmuşlardır. Gürcülerin Kolheti uygarlığına dahil olmaları Çerkes ve İskitlerden ve de Lazika Krallığı’nın ortaya çıkmasından çok sonradır. Gürcüler 483 yılında Laz ülkesine Perslerden kaçarak göç etmişler ve Lazlarla ilk defa bu göç sebebiyle tanışmışlardır. (Papili Lazer 58 – 69. sayfalar)

Gürcülerin bu uygarlık içinde en hakim halk ögesi olarak Krallığın başını çekmeleri, çok sonra, 11. ve 12. asırlarda olmuştur.

Lazcada ka takısı, küçüklük, yavruluk, özlük, pratiklik gibi içten birkaç anlatımı kap- sar. Mamalika, Xocika, Kuxraka kelimelerinde olduğu gibi. Bu takının, devrinin Roma lehçe- sinden alınmış olması çok muhtemeldir. Çünkü Kolheti Krallığı, Roma gibi dev bir imparator- luğu kuzey-doğu hududunda bulunan bir krallık iken, Roma tarafından kendisine sınır krallığı (vasallık) yüklenen ismi de Lazika Krallığı’na dönüştürülen, Roma’ya göre küçük bir krallıktır. Bu yüzden Laz ismine bir ka takısının eklendiği ve isminin, Lazika Kırallığı’na dönüştürüldü – ğü anlaşılmaktadır.

5. ve 6. yüzyıllarda Bizanslılarla Perslerin hemen her seferinde, Lazların da bazen bir yanda bazen de öbür yanda göründükleri büyük mücadelelerine şahit olmaktayız. Bu mücade- lerin getirdiği sosyal, politik ve askeri sebeplerle, Lazlar ikiye bölünmüşler, Rion nehri civarın- dakilere de Megrel, Çoruh nehri civarındakilere de Laz denilmiştir.

Boş kalan bölgeye, 483 yıllarında Persler den kaçan, kaçtıklarına yukarıda değindiğimiz ve bilahare de Arap istilasından kaçan Gürcüler yerleşmişlerdir. Böylece de bugün Acara-Gur- ya denen bir ara bölge oluşmuştur.

Çağımızda kardeş olan iki halktan Hıristiyan olarak Megrellerin Kafkasya’da, Müslüman olarak da Lazların Doğu Karadeniz’de yaşamlarını sürdürmelerinin kökeninde bu tarihi olay ya- tar.



Arhavi halkının, Laz kökenli, yani otokon olanlarının soyu, Çoruh vadisi orijinli Laz

kökünden gelir. Bilahare Osmanlı yönetimine girmişler ve Müslüman olmuşlardır.

Günümüzdeki Arhavi İlçesi köyleri ve Hopa çevresi de bu sırada Osmanlı yönetimine alınmıştır. Fatih torunu Yavuz Sultan Selim Padişah olmadan önce Trabzon’da vali olarak bulunmuştur. 1510 yıllarında Yavuz Sultan Selim Arhavi üzerinden geçerek Batum’un yanın- daki Gönye Kalesini feth etti. Böylece Gönye Sancağı kurulmuş Arhavi çevresine bir nahiye olarak Hopa ile birlikte bu sancak örgütüne bağlanmıştır.

1877 (93 harbinde) yılından önce Batum ve havalisi Türklerin elinde bulunduğu zamanlarda Arhavi, Göney mu tasarrufluğuna bağlı ve idari teşkilatı ilçe olarak yer almış, ilçe merkezinde bugünkü kale (Kabisre) mahallesi iken, 1877 (93 harbinde) yılından sonra Batum ve Gönye havalesinin Rusların eline geçmesinden sonra Arhavi Trabzon İline bağlı Rize mu tasarrufluğuna bağlanmıştır. Bu tarihlerde Hopa ve Fındıklı ilçelerine bucak alarak Arhavi’ye bağlı iken, 1900 yıllarında iktisadi sebeplerden dolayı, Hopa ilçe olmuş Arhavi bucak olarak Hopa’ya bağlanmıştır. 1936 yılında Hopa ilçesi Artvin’e bağlanınca, Arhavi bucağında Artvin’e ek olmuştur. Arhavi 1 Haziran 1954 yılında tekrar ilçe haline getirilmiştir.

http://www.arhavisitesi.com/arsite/index.php?option=com_content&task=view&id=15&Itemid=34

HOPA

Yeryüzünün en gelismis sehirleri genellikle anayollar, limanlar, istasyonlar, deniz ve akarsu yollarinin kenarlarinda kurulmus, yesille-mavinin kucaklastigi yerlerdir" tanimlamasini dogrulayan sirin bir serhat ilçesi Hopa.

Ilçe, Rize-Trabzon illerinin, Artvin, Kars, Ardahan, Erzurum, Gürcistan, Rusya ve Türk Cumhuriyetleri'yle irtibatlanmasini saglayan önemli bir konuma sahip. 289 km2 lik yüzölçümü ile dar bir kiyi seridi üzerinde bulunmasi nedeniyle, Hurri-Mittani uygarliklarindan baslayarak tarih sahnesindeki yerini almaya baslamis. Sirasiyla Iskitler, Helen, Roma, Pers ve Arap kültürlerinin hakimiyetini yasamis bir yöre olan Hopa, XI yy.da Anadolu'ya yerlesen Türk Medeniyetleri ve daha sonra Yavuz Selim'in Kirim seferi sayesinde, Osmanli topraklarina katilmis, bu yörede yasayanlar Islamiyet'i kabul etmisler ve Müslüman olmuslar. Ortahopa Mahallesi ile Kuledibi Mahallesi arasinda yer alan Toli Uça (Siyah Göz) Tepesi'nin bulundugu yerde geçmiste bir kilisenin varligini teyit eden bir enkaza rastlandigi söyleniyor.

Dolayisiyla yöre halkinin Kafkas kökenli Hristiyan Tabali milletlerden meydana gelmesi olasi. 1877-1878 Osmanli Rus Savasi, yöre halkinin büyük bir kisminin göç etmelerine neden olmus. 20.yüzyilin ilk yarisinda Çarlik Rusyasi'nin devrilmesiyle Ruslar, bölgeyi terketmis ve Hopa'nin yerlileri de kendi bölgelerine dönüs yapmislar.

Bazi kaynaklardan edinilen bilgilere göre; Hopa ve Artvin yöresinden bahsederken, Ayni Iskit, Pontus, Roma hakimiyetlerinden sonra VIII. yüzyilda Sasani egemenligi, daha sonra Bizans hakimiyeti, 1068'de de Sultan Alparslan' in emirlerinden Emir Ebulkasim tarafindan hegemonya kurulmasinin rivayet edildigi bilinir. Yillar sonra Anadolu Selçuklu Sultani Alaettin Keykubat ülkesine katmissa da, yerini bir müddet sonra Mogollara birakir, Mogollardan Ilhanli Devleti'nden izin alarak Sergis atli Kipçak Beyi bu yörede bir atabeylik kurar. Timur ve Kayakoyunlu hakimiyetlerinin sona ermesinden sonra yerini Safevi hakimiyetine birakir. En sonunda 1537 yilinda Hopa, Osmanli topraklarina katilir. Yöre insani göçler esnasinda Hazar kiyilari ve Kafkas eteklerine yerlesen Türk boyu olarak biliniyor .Rum Pontus hakimiyetinin sona erdirildigi 1471 tarihi itibariyla Osmanli Imparatorluguna baglanan ilçe, Yavuz Sultan Selim Han'in Hopa üzerinden Batum'a gelerek Gönye Kalesi'nin fethini gerçeklestirmesi ile, Gönye sancagina baglanir. 1877 (93 harbi) ile Gönye sancagindan Rus topraklarina giren geçmesiyle ilçede sikintili dönemler yasanir. 1578' de Atabeylerin son kalintilari Lala Mustafa Pasa tarafindan kaldirilir ve Osmanli döneminde Hopa ve Artvin yöresi zaman zaman Trabzon, zaman zaman da Erzurum Vilayetleri'ne baglanir. 1878' de Osmanli-Rus savasindan sonra 40 yil Ruslar'in egemenligi altinda yasayan Artvin yöresi, Kurtulus Savasi'nda Kazim Karabekir Pasa'nin Gürcü Ordulari'ni dagitmasiyla, 14 Mart 1918'de geri alinir.

"Hopa" adi, bir kisim arastirmaciya göre Anadolu'dan baliklarin yasadigi küçük su birikintilerine, baliklarin saklanmasina uygun, derelerdeki sigintilara "HOPO" denilmesinden gelir. Iskaristi (Balikli) Dagi'ndan kaynagini alarak denize kavusan ilçeye bu ismin verilebilecegi düsünülebilir. Ayrica Dogu Anadolu'da kadinlarin bostan sulamak için yaptiklari küçük çukurlarda biriken suya da "HOPO" deniliyor. Yörenin bol yagis almasinin bu ismi çagristirmasinda etkili. Bir rivayete göre de Yavuz Sultan Selim Han, Gönye seferinde, su an Hopa diye bilinen sahil boyunda konaklama esnasinda agzindan çikan ilk kelamin bu yörenin ismi olmasina karar vermis. Sultan Selim Han'in atindan inerken "hopppa" demesi, bu yörenin adinin "hopppa" olarak kalmasina ve daha sonra degiserek günümüzdeki adini almasina neden olmus.

http://www.hopam.com/icerik.asp?id=2

ARDEŞEN

Doğu Karadeniz Bölgesi’nde, Rize iline bağlı bir ilçe olan Ardeşen, güneyinde Çamlıhemşin, batısında Pazar, doğusunda Fındıklı ilçeleri, kuzeyinde de Karadeniz ile çevrilidir. İlçe, Rize’nin Karadeniz ile arkasındaki kıyıya paralel sıradağlar arasında yer alır. İlçe toprakları dağlık ve engebeli bir arazi yapısına sahip olup, ilçe topraklarını Doğu Karadeniz Dağlarının uzantıları engebelendirir. Bu dağların yükseklikleri doğuya doğru gittikçe artmakta olup, küçük akarsular ile parçalanmıştır. Bu akarsuların denizle birleştiği vadi ağızlarında küçük düzlükler bulunmaktadır.

İlçe topraklarını Fırtına Deresi, Dolana Çayı ve Yeniyol deresi sulamaktadır. Rize’ye 47 km. uzaklıktaki ilçenin yüzölçümü 743 km2 olup, toplam nüfusu 58.499’dur.

İlçede Karadeniz iklimi hüküm sürmekte olup, güneyini kaplayan dağlar yanında, kuzey ve kuzeydoğu yönünde bulunan 3000 metre yüksekliğindeki Kafkas Dağlarının kuzey rüzgarlarından koruyucu etkileriyle kapalı bir mikroklima havzası oluşturmaktadır. Kıyı kısımları ılık ve bol yağışlıdır. İç kısımlara gidildikçe iklim sertleşir. Yıllık ortalama sıcaklık 14-15 C derecedir.

Sarp ve engebeli arazi yapısının ve ikliminin de etkisiyle İlçe’nin bitki örtüsü, genelde ormanlarla kaplıdır. Dağlık alanlarda kızılağaç, gürgen, meşe, kestane, ladin, köknar ağaçları bulunmaktadır. Alçak alanlarda teraslar halinde çay plantasyonları, narenciye bahçeleri, yeşil otlar vardır.

İlçenin ekonomisi tarım, hayvancılık, balıkçılık, gemi-tekne yapımcılığı, ormancılık ve dokumacılığa dayalıdır. Yetiştirilen tarımsal ürünlerin başında çay ve fındık gelmektedir. İlçede çay ve kağıt fabrikası bulunmaktadır. Kıyı kesimlerinde balıkçılık yapılmaktadır.

Ardeşen Miletoslu denizciler tarafından kurulmuş (MÖ.650-550) bir koloni yerleşimidir. MÖ.606 yılında bölgeye kısa bir süre de olsa Medler hakim olmuştur. MÖ.547 yılından sonra Anadolu’nun büyük bir bölümü ile birlikte Rize ve çevresi Perslerin yönetimi altına girmiştir. MÖ.334’te Büyük İskender Pers egemenliğine son vermiştir. MÖ.301-MS.117 arasında Perslerin Pont Satraplığının devamı olan Pontus Devleti buraya egemen olmuştur. MÖ.63’te Roma İmparatoru Pompeius’un Pontus Kralı Mithridates’i yenmesinden sonra bölge Roma İmparatorluğu’nun egemenliği altına girmiştir. Romanın ikiye ayrılmasından sonra Rize ve yöresi Bizans topraklarının içerisinde kalmıştır.

İstanbul’un Latinler tarafından 1204’te işgal edilmesinden sonra, Alexios Komnenos Gürcülerden de yardım alarak Trabzon’da bağımsız bir Trabzon-Rum Devleti kurmuştur (1204-1461). Bu dönem içerisinde Rize ve çevresi de Trabzon devletinin sınırları içerisinde kalmıştır.

Malazgirt Savaşı’ndan (1071) sonra Rize ve çevresi Selçukluların kontrolüne girmişse de daha sonra Trabzon Rum Devleti buraya yeniden hakim olmuştur. Fatih Sultan Mehmet’in 1461’de Trabzon’u ele geçirmesinden sonra Ardeşen, bir süre özerk kalmış, daha sonra Yavuz Sultan selim tarafından 1509’da Osmanlı topraklarına dahil edilmiştir.

Yavuz Sultan Selim Trabzon Sancak Beyi iken, Fırtına Deresinde ağaç parçalarını görmüş ve burada kimsenin yaşamadığını öğrenince; deredeki ağaç parçalarını göstererek “ Bu belde tenha değil, bakın dere yonga taşıyor. Bu yörenin ardı şendir” demiştir. Böylece Ardı şen sözcüğü zamanla halk dilinde Ardeşen’e dönüşmüştür.

XIX.yüzyılda Ardeşen Trabzon Vilayeti Lazistan Sancağına bağlı bir kasaba idi. I.Dünya Savaşı’ndan sonra 1916’da Rus işgaline uğramış, Rus İhtilalinden sonra Ruslar 10 Mart 1918’de Ardeşen’den çekilmişlerdir. Cumhuriyet döneminde Pazar ilçesine bağlı bir bucak iken, 1 mart 1953’te ilçe konumuna getirilmiştir.

İlçede günümüze gelebilen eserler arasında;

Ekşioğlu Camisi

Seslikaya Köyü Camisi

Tunca Köyü Camisi

Yukarı Durak Camisi

Işıklı Camisi

Pirinçlik Camisi

Fırtına Deresi Köprüsü

Süleyman Dede Türbesi

Kilise

Sivil Mimari Örnekleri bulunmaktadır.

http://www.ardesenliler.com/index.php?pid=75

PAZAR

İlçemize ait yazılı tarih öncesine rastlayan herhangi bir yerleşmeyi aydınlatacak çok net bulgulara rastlanmamakla beraber,yazılı tarihle beraber yöremizde yaşayanların genelde hayvancılık ve tarımla uğraştıkları bilinmektedir.M.Ö 2000-1200 yılları arsında yöremiz Hititlerin etkisi altında kaldığı sanılmaktadır.

M.Ö V111. Yüzyılda Mile tos'lu denizciler "Pazar yeri" adı verilen bir yerleşim birimini Kafkas sahil yerleşim birimlerine ulaşacak bir merkez koloni şeklinde oluşturmuşlardır.Yöre bir müddet sonra "Med" lerin daha sonra da Preslerin eline geçmiştir.
Yunan prenslerinden,biri gemilerle yöremize geldikleri ve ilçemizin önünde durduklarında denizden görünüşünü bir site devleti olan "Atina" ya benzettiğinden " Atina-Athena olarak adlandırmış ve Atina olarak adını almıştır.
Atina M.Ö.150 yılda Pontus krallığı hakimiyetine girer. M.Ö.66 da Roma İmparatorluğunun etkisine girer. M.S.395 te Roma İmparatorluğunun ikiye ayrılmasıyla Bizans'ın egemenliğine girer.

Atina 1204 yılında Trabzon Rum İmparatorluğuna tekrar geçmesinden sonra çeşitli göçlerin altında kalan Kafkas Milletlerinden Lazların-Megrellerin Abhazaların,Gürcülerin işgaline uğrayan Atina 1461 de Fatih Sultan Mehmet'in Trabzon seferinden sonra Osmanlı Türk egemenliğine geçer.1571 de Abhaza korsanların yağmasına maruz kaldı.1854 yılında Belediye olan 1864 yılında İlçe olan Atina 1877'ye kadar Batum sancağına bağlı tek ilçe idi.1877-1877 Osmanlı-Rus savaşından sonra Batum Ruslara kalınca önce Çoruh iline bağlandı.Daha sonrada idari yapıda Rize il olunca Rize iline bağlı tek ilçe oldu

http://www.pazar.bel.tr/yore/page.php?id=30

HEMŞİN

Tarihi geçmişi itibarıyla Hemşin yöresini"Rize ve çevresinin"içerisinde ele almak gerekmektedir.M.Ö ki dönemlerde Rize ve çevresinde çeşitli kavimlerin yaşadığı;yörenin zaman zaman değişik kavimlerin yönetiminde kaldığı bilinmektedir.

M.Ö 63'te Roma imparatorluğu egemenliğine girmiştir.Roma imparatorluğunun bölünmesi ile Rize ve çevresi Bizans yönetimi sınırları içerisinde kalmıştır.Bizans döneminde Rize'nin iç kısımlarında Alon,Kıpçak ve Kuman adlı Türk boyları yerleşmiştir.Bu Türk boyları içerisinde M.S623 yıllarında Hamam Beğ İdaresinde bugünkü Hemşin yöresinde bir oğuz Oymağı,dahja önce Oğuz-Türkmen -Partlı/Arşaklı Devletini kuran 1.Akşak(M.Ö 250 - M.Ö 257) tarafından Manua idaresinde bir ön kuvvet koruyucu olarak AmadanHamadan yöresine yerleşmişti.Uzun süre Amadan- Hamadan yöresini kendilerine yurt eedilen bu Türk oymağı.daha sonraları Sasaniler'in bu dine geçmeleri için zorlamaları üzerine .bu yörede tutunamayacaklarını anlayınca 623 yıllarında Hamam Beğ idaresinde Rize yöresine göçüp"Danpur"denilen yıkık kasabayı imar ettiler.Yeniden imar ettikleri bu beldeye beylerinin adına izafeten"Hamama Şen (Hamama Bad/Hamamın şenlendirdiği)"adını verdiler.Bu Türkçe ad zamanla Hemşen/Hemşin biçimine girerek günümüze kadar geldi.

Tarihi kaynaklardan Hemşinlilerin atalarının Hamadan/Hemedan'dan ayrıldıktan sonra Kars-Göle dolaylarına yerleştikleri;sonradan Acaristan ve Çoruh bölgesine inerek Çoruh'u karşıya geçtikleri ifade edilmekte ve Bizans kralı 6.Konstantin yerleştirildikleri belirtilmektedir.

Ayrıca Osmanlı vergi defterinde Hemşinliler için;"Muselmanı Kaldı"yani :1461 Osmanlı Fethi öncesi eski müslümanlar ifadesini kullanması da bu durumu doğurmaktadır.Akkoyunlu Türk Devleti zamanında (1350-1502) Rizenin güney kesimde yer alan Hemşine birçok Türk botu yerleşmiştir.Aşağı Çamlıca(vişe)ve Molaveyis(ülkü) köy de bulunan Koç heykelleri bu yörelerdeki doğu Anadolu ve Azerbaycan gibi diğer Türk bölgelerinde de bulunmaktadır.Koyun ve koç heykelleri ortaasya Türk kültüründen kaynaklanmaktadır.

Türkler göçüp yerleştikleri yerlerde ölen ilk atalarının mezar taşlarına taştan oyulma köç hetkeli dikerler,bu bir Türklük geleneğidir.

1461 yılında Fatih Sultan Mehmet'in Trabzon'u fethi ie birlikte Rize ve çevresi de Osmanlı topraklarına katılmıştır.1486 ve 1534 tarihli Trabzon sancağı Mustafassal Tapu tahrir defterine göre bölgenin merkezi yönetime bağlandığını görüyoruz.Bu kayıtlara göre Kaza-i Hemşen'e(Hemşin kazası) bağlı 34 köy bulunuyordu.Hemşin kazasının; Hemşin,kara Hemşin,Eskanos(Senos-Kaptanpaşa)olmak üzere üç nahiyesi vardır.1536 tarihinde yapılan yeni bir idari taksimatla Hemşin,İspir sancağına bağlanmıştır.

1600 tarihli kaynaklarda da bu sancağa bağlı olduğu görülür.1753 ve 1831 tarihli tapu kayıtları ile ilgili balgelerde de Hemşin kazasının Trabzon sancağına bağlı olduğu yazılmaktadır.1836 yılında yapılan yeni bir taksimatla Atina(pazar) ilçe,Hemşin'de pazar'a bağlı bir nahiye olur.Daha sonra 1856-1857 yıllarında Hemşin'in kaza olduğu bilinmektedir.Ancak 1878 yılında Berlin Antlaşması ile yapılan yeni bir idare düzenleme ile Çoruh iline bağlı olduğu görülmektedir.

05.03.1916 tarihinde Rus işgali sonucunda Hemşin,Batum Sancağı 'na bağlı olarak yönetilmeye başlamıştır.15.08.1918 tarihinde Rus işgalinin kaldırılması sonucunda da Hemşin tekrar Osmanlı İmparatorluğu yönetimine girmiştir.

Cumhuriyet döneminde ilk idar, taksimat 29.03,1924 tarihinde yapılmış; yapılan bu taksimatla Hemşin tekrar Pazar'a bağlı bir bucak olmuştur.

Son olarak 09.05.1990 tarih ve 3644 sayılı kanunla Hemşin yeniden ilce olarak kurulmuş;19.08.1991 tarihi itibariyle teşkilatlanmaya başlamıştır.Böylece 133 yıl sonra Hemşin ilçe olma statüsüne yeniden kavuşmuştur.

http://www.hemsinli.com/link_hemsin_tarihi.php

SÜRMENE

Karadeniz'in doğu sahillerinde, bölgenin doğal yapısı gereği, tarih boyunca ağaç ve ahşap kültürünün ağırlıkta olması, en eski dönemlere ait kalıntıların günümüze ulaşmasını büyük ölçüde imkansız kılmıştır. Güneyindeki ve kuzeyindeki sıradağlar, bu sahillere kapalı bir havza özelliği vermiş ve bu durum, bölgede en eski çağlardan beri var olduğu bilinen insan topluluklarının izole bir kültürel gelişim sürecine sahip olmalarına zemin hazırlamıştır. Tamamen, bölgenin kendi doğası içinde gelişim gösteren bu özgün yerli kültüre ait bazı arkeolojik veriler, bu sahillerin eski Sovyet topraklarında kalan kısmında kısmen elde edilebilmiştir. Yontma taş el aletlerinden bronz baltalara kadar uzanan bu nadir bulgular, bölge kültürünün taş devrinden, tunç devrine kadar uzanan geçmişine dair arkeolojik verileri içermektedir.

Bölge yerli kültürünün, batı dünyasıyla ilk tanışmasına dair efsaneler, geç bronz çağı dönemine atfedilen ve mitolojik Yunan kahramanlarının bu gizemli sahillere gerçekleştirdikleri yolculukları anlatan öyküler üzerine kuruludur. Eski Yunan mitolojisinde önemli bir yer tutan bu öykülerde, Karadeniz'in Doğu sahilleri " Kolchis " adıyla, burada yaşayan insanlar ise " Kolchi " adıyla anılır. Eski Yunan denizcilerinin bu yolculuklarının, zamanla düzenli ticari faaliyetlere dönüştüğü ve daha sonra bu amaçla bölge sahillerinde pazar yerleri kurulduğu düşünülmektedir.

MÖ 500 lü yıllarla birlikte bu pazar yerleri, kolonici tüccarlara ait iskelelere dönüşmeye başlamış ve muhtemelen Trapezos da bir ticari koloni yerleşimi olarak bu dönemde kurulmuştur. Doğu Karadeniz'de Trapezos isimli bir Yunan koloni yerleşiminden bahseden ilk yazılı kaynak Anabasis'tir ve aynı zamanda Doğu Karadeniz'e dair en eski, en sağlıklı gözlemleri aktaran bu eser Xenophon'a aittir.

MÖ 400 yılında Doğu seferinden dönen bir Yunan ordusunun, Doğu Anadolu’yu güneyden kuzeye geçerek Karadeniz'e ulaşması ve Trapezos'daki Yunan kolonisinin yardımıyla Yunanistan’a geri dönmesi, bu sefere katılan Xenophon'un Anabasis isimli eserinde ayrıntılı olarak anlatılmıştır. Trapezos kentine ulaşmak için, Bayburt üzerinden Surmene yaylalarına varmaları ve Madur tepesinden denizi görmeleri, Xenophon'un heyecenla aktardığı sefer notları arasında yer alır ;

"...Beşinci gün Thekes isimli bir dağa vardılar. İlk askerler doruğa varır varmaz büyük bir çığlık yükseldi. Xenophon ile artçılar bunu işitince cephenin saldırıya uğradığını sandılar. Çünkü kendilerini, yakmış oldukları bölgenin halkı izliyordu. Ama çok geçmeden askerlerin “Deniz, deniz” diye haykırdıkları duyuldu. Tüm askerler doruğa varınca, komutanlar gözleri yaşararak birbirlerini kutladılar..” (Anabasis - 4.7)

Bugünkü Madur tepesini aştıktan sonra, daha sonraki çağlara ait tarihsel kayıtlarda Tzani adıyla anılacak olan Doğu Karadeniz dağlı yerlileri ile karşılaşan Yunanlılar, onlarla bir tercüman aracılığıyla iletişim kurarak, amaçlarının istilâ değil, denize ulaşmak olduğunu söylemişler ve onların geleneklerine göre mızraklarını karşılıklı değiştirerek, tanrıların tanıklığında barış yapmışlardı. Onlar da kendilerine yol açarak sahile ulaşmalarına yardım etmişlerdi. Ancak daha aşağıda, sahile yakın kesimlerde yaşayan yerli halk, Yunanlılara onlar kadar dostca davranmamışlardı. Xenophon’un Kolşi adıyla bahsettiği bu insanlar, Yunanlıları tuzağa düşürmüşler ve terk ettikleri köylerinde bol miktarda deli bal bırakarak, Yunanlıların kitle halinde komaya girmelerine neden olmuşlardı. Yunanlılar, ölümcül olmayan bu balın etkisinden ancak üç dört gün sonra kurtulup yollarına devam edebilmişlerdi.

Daha sonra iki günlük bir yürüyüşle Trapezus’a ulaşan Yunan ordusunun, burada erzak sıkıntısına düşmesi ve bu nedenle yerli halka saldırarak köylerini yağmalaması da, Anabasis’de ayrıntılı şekilde anlatılmıştır ;

"...Karadeniz kıyısındaki Trapezus , Sinope’nin Kolşi ülkesindeki kolonisidir. Yunanlılar orada otuz gün kadar Kolşi köylerinde kaldılar. Bu köyleri üs olarak kullanıp Kolşilerin memleketini talan ettiler..." (Anabasis 4.VIII.23)

Xenophon, eserinin sonraki bölümlerinde de Kolşi adıyla bahsettiği Trapezos civarındaki yerli halkın, Yunanlı askerlerle ilişkilerine değinir ve kendi askerlerine hitaben bir konuşma yaparak yağma faaliyetlerini daha düzenli bir şekilde yapmaları gerektiğini anlatır ;

"...pazar ihtiyaçlarımıza yetmiyor ve birkaç kişi dışında yiyecek satın alacak paramız yok. Oysa düşman ülkede olduğumuzdan, yiyecek sağlamaya tedbirsizce gidersek çok adam kaybetmemizden korkarım. Bence yiyecek aramaya mangalar halinde gitmeli, sağ salim geri dönmek istiyorsanız kırlarda rastgele dolaşacağınıza bu akınların tertiplenmesini bize bırakmalısınız..." (Anabasis 5.I.5)

Xenophon'un bu uyarısını dikkate almayan Yunan askerleri, Trapezos civarındaki yerleşim bölgelerine yönelik yağmalama faaliyetlerine devam ederler ve bu saldırılardan birinde komutanlarıyla birlikte iki bölük askerin tamamı yerliler tarafından imha edilir. Yerli Kolşilerle Yunanlılar arasındaki bu çatışmalar, Yunanlılar bölgeden ayrılıncaya kadar devam eder. Xenophon eserinin bir başka yerinde de taşlanarak öldürülen yerli Kolşi elçilerinden ve muhafızlarından bahsederek, kendi askerleriyle ilgili özeleştirilerde bulunur. Xenophon, bugünkü Trabzon civarındaki yerli halk olarak bahsettiği Kolşilerin yaşam biçimlerine dair ayrıntılı bilgiler vermemiştir. Ancak, ondan asırlar sonra çağının en önemli coğrafya kitabını yazan Strabon'un, daha doğuda, Phasis nehri civarında yaşayan Kolşilerle ilgili verdiği bilgiler bize bu konuda bazı ipuçları vermektedir ;

"Gerektiğinde teknelerini süratle bir araya toplayarak, korsan filoları oluştururlar; ticari gemilere, ülkelere ve sahil kentlerine saldırılar düzenlerler, bu şekilde denizdeki hakimiyeti ellerinde tutarlar.(...) Memleketlerine döndüklerinde ise, teknelerini sahilde bırakmayarak omuzlarında karaya çıkarırlar ve onları ormanların arasında yer alan barınaklarına kadar götürürler. Yeni bir sefere çıkacaklarında da , teknelerini tekrar sahile indirirler. Ve bu sahillerde yerleşik kabilelerin tümü, her zaman bu tür korsanlıklarla geçinirler...” (Strabon 11.2.12)

"Bu ülke, hem ürünleriyle, hem de gemi inşasına yönelik her konuda mükemmel düzeydedir; -balları hariç, zira balları oldukça serttir- üretilen keresteler nehirlerin üzerinde aşağılara taşınır ve halk başta keten olmak üzere, kendir, balmumu ve zift üretimi ile uğraşır. Eski zamanlardan beri dış ülkelere kendir ihraç ettiklerinden, kendir kumaşı imalatında yaygın bir ün kazanmışlardır.” (Strabon 11.2.17)


MÖ 335
yılına doğru derlendiği tahmin edilen Pseudo-Scylax' ın coğrafya kitabında, bölgeye ve yerel kültürüne ilişkin bilgilerin ötesinde, özel olarak bugünkü Surmene civarı ile ilişkilendirilebilecek en eski kayıt yer alır. Pseudo-Scylax 'ın bu eserinde Trapezos kentinin doğusunda, Psoron isimli bir limandan bahsedilmektedir. Daha sonraki çağlarda Surmene'nin ilk kuruluş yeri olacak olan, bugünkü Karadere nehri ağzının gemiler için uygun korunaklı yapısı dikkate alındığında, Psoron limanının burası olabileceği düşünülmektedir. Bu dönemde kendi parasını basan Yunan koloni kenti Trapezos, uzunca bir süre serbest bir ticaret kenti statüsünde varlığını devam ettirmiş ve bölgenin yerli halkıyla, batı dünyası arasındaki ticari ilişkilerde köprü görevi üstlenmiştir.

MÖ144 yılına kadar olan gelişmeleri yazan tarihçi Polybius, eserinin bir yerinde Yunanistan ile Karadeniz memleketleri arasındaki ticari ilişkilerden bahsederken, buralardan temin edilen malları; büyük baş hayvan, köle, bal, balmumu ve tuzlanmış balık olarak sıralar. Aynı bölgeye ihraç edilen başlıca ürünler ise zeytinyağı ve şaraptır.

MÖ114 yılından itibaren Karadeniz Kapadokyasını merkez alarak, Anadolu'da Romalılara karşı egemenlik mücadelesine girişen, İran menşeli Mithridat VI, bir süre sonra Trapezos kentini ve çevresini de hakimiyeti altına alır. Bir sonraki yüzyılda bu hanedanın egemenliğine son veren Romalılar, Trapezos ve çevresi de dahil olmak üzere tüm Doğu Karadeniz sahillerinde hakimiyet kurarlar. Ancak tüm bu gelişmelerden, Trapezos kenti dışındaki yerli halkın fazlaca etkilenmediği, sonraki asırlara ait kayıtlardan anlaşılmaktadır. İzleyen yıllarda Trapezos kenti ve çevresi, Amasya'da Roma imparatorluğuna bağlı olarak kurulan Karadeniz Polemonia kralığının topraklarına dahil edilmiştir.

MS1. yüzyıla ait bir haritadan geliştirildiği düşünülen Tabula Peutingeriana isimli bir Roma yol kılavuzu, muhtemelen, günümüzdeki Surmene ile ilişkili gibi görünen yerleşime dair en eski bilgiyi içermektedir. Orta çağa ait bir kopyası günümüze ulaşan bu çalışmanın bir çok kısmı yüzyıllar içinde güncellenerek genişletilmiştir. Ancak, diğer verilerden açık ve net bir şekilde anlaşılmaktadır ki, Doğu Karadeniz ile ilgili kısımlarında, MS.1 yüzyıla ait bilgiler, orjinal şekilleriyle kalmışlardır. Bu nedenle, bu belgede geçen Hyssilime adının, bugünkü Surmene kasabası ile ilgili en eski yazılı kayıt niteliğini taşıdığı söylenebilir. Bu belgeye göre Trapezunte'den sonra Hyssilime, daha sonra da Opiunte gelmektedir ve Hyssilime; sahilde Trapezunte ile Opiunte arasında bir Roma askeri istasyonu olarak görünmektedir.

MS69 yılının sonlarına doğru bugünkü Surmene çevresinin de dahil olduğu sahiller, büyük bir ayaklanmaya sahne olur. Tacitus' un aktardığı bilgilere göre, Aniketus isimli yerli bir denizcinin önderliğinde Romalılara karşı ayaklanan yerli halk, tekneleriyle Trapezus kentini kuşatarak limandaki Roma gemilerini yakarlar ve kentteki kolonicilerin mallarını mülklerini yağmalarlar.
Tacitus’ a göre, isyancı yerlilerin kullandığı tekneler ; çift pruvalı, her iki yöne hareket edebilecek şekilde ve metal bağlantı elemanları kullanılmadan, tamamen ahşaptan yapılmıştı. Fırtına ve büyük dalgalara karşı üst kısımları tamamen kapanabiliyor ve böylece dalgalar arasında yuvarlansalar bile batmıyorlardı. Roma imparatoru Vespasianus, bölgeye bir ordu ile bir deniz filosu göndererek bu ayaklanmayı bastırır. Bu ayaklanma, tarih boyunca Doğu Karadeniz halkının egemen devletlerin otoritelerine karşı gerçekleştirdikleri sayısız isyanlardan biri olarak tarih sayfalarındaki yerini almıştır.

MS130' lu yılların başında Roma imparatorluğunun Kapadokya valisi olan Arrianus, gerçekleştirdiği Karadeniz seyahati ile ilgili olarak, imparator Hadrianus’a hitaben bir rapor yazmış ve bu raporun bir bölümünde de Trapezus’dan itibaren sahil boyunca, doğuya doğru gerçekleştirdiği bir deniz yolculuğunun notlarını aktarmıştır. Buna göre, Trapezus'dan ayrıldıktan sonra, önce küçük bir Roma askeri birliğinin konuşlandırılmış olduğu Hyssu limanına uğramış, oradan sonra da Ophis deresine ulaşmıştır. Arrianus’a göre bu dere, Kolşi bölgesi ile Thiannika (Tzanika) arasındaki sınırı oluşturmaktadır.

MS150 yılına doğru yayınlandığı düşünülen coğrafya atlasında Ptolemeus, başta çağdaşı Marinus olmak üzere, diğer eski coğrafyacıların eserlerinden yararlanmıştır. Hazırladığı bu atlasta, derlediği coğrafi bilgileri kendi geliştirdiği bir koordinat sistemine aktarmıştır. Bu çalışmanın günümüze ulaşan oldukça geç tarihli bir kopyasında, önceki ve sonraki tüm kaynaklarda Trapezus'un doğusunda gösterilen Hyssi limanı muhtemelen bir hata sonucu Trapezus'un batısında işaretlenmiştir. Ptolemeus'un haritasına göre, Trapezos ve bugünkü Surmenenin bulunduğu bölge Roma imparatorluğunun "Karadeniz Kapadokyası" eyaletine bağlıdır.

MS407 yılına tarihlendirilen bir Roma askeri raporu Notitia Dignitatum'da da, uzunca bir süre tarihsel kayıtlarda adı pek geçmeyen Hyssi limanından tekrar bahsedilir. Bu belgede, Ysi Porto olarak geçen askeri garnizon Trapezus'un 30 km kadar doğusunda gösterilmiştir.

MS470 li yıllara ait bir başka bilgi de, Antakyalı Johannes tarafından aktarılır. Buna göre, Trapezus çevresinde yaşayan yerli Tzani halkının Romalılara büyük zararlar verdikleri, imparator Leo'nun da bunun üzerine bölgeye destek kuvvet gönderdiği belirtilmektedir.

MS540 lı yıllarda Bizans ile İran arasındaki savaşlar sırasında bölgeye dair bir kayıt da tarihçi Prokopius'a aittir. Buna göre, Trapezus çevresinde yaşayan Tzani halkından bin kişilik bir kuvvet de Bizanslıların yanında İranlılara karşı savaşa katılmıştır.

MS550 li yılların başında gemiyle Trapezus'dan doğuya doğru seyahat eden Prokopius, bu sahillerle ilgili gözlemlerini ve bilgilerini de seyahat notlarına ekler ;

“…Buradan, Trapezunt bölgesinden Susurmena köyüne ve Rize denilen yere varılır(…) Trapezunt civarındaki tüm yerlerde üretilen ballar, oldukça serttir(…) Bu bölgenin sağ tarafında, yukarıda, Tzanika’nın dağları yükselir, ve onların arkasında da Ermeniler yer alır, ki bunlar Bizanslılara bağlıdırlar…” ( Prokopius VIII. ii. 3-5 )

Prokopius, Tzanika memleketi olarak adlandırdığı bölgenin yüksek kesimleri ile ilgili gözlemlerini de daha sonraki yıllarda imparator adına gerçekleştirdiği bir teftiş gezisi sırasında aktarmıştır. Onun bu gözlemleri ve seyahat notları, bugünkü Trabzon çevresinin dağlık kesimine ve yerli halkına dair oldukça sağlam bir tarihsel tanıklık niteliği taşır. Asırlar önce Xenophon'un izlediği güzergahı kullanarak Bayburt tarafından bugünkü Soğanlı dağlarını aşan Prokopius, Surmene ve Of yaylalarının bulunduğu yerleri geçerek Trapezus'a ulaşmıştır. Bu yolculuğu sırasında, bugünkü Surmene, Of yaylaları ile ilgili gözlemleri ve orada karşılaştığı dağlı yerlilerin yaşam biçimleri ile ilgili aktardığı bilgiler, bölgenin bugünkü kültürel dokusunun kökleriyle ilgili önemli ipuçları içerir ;

“Tzaniler, kadim zamanlardan beri, herhangi bir hükümdara bağlı olmayan bağımsız bir halk olarak yaşamışlardır. Vahşice bir yaşam biçimi sürdürerek, ağaçlara, kuşlara ve çeşitli mahluklara tanrıları gibi hürmet ederler ve onlara taparlar. Ömürlerinin tamamını gökyüzüne doğru uzanan ve ormanlarla kaplı olan bu dağlarda yaşayarak geçirirler, ama hayatlarını, ziraat ile değil, haydutlukla ve eşkiyalıkla kazanırlar. Zira, toprağı işleme konusunda usta değillerdir ve memleketleri, sarp dağların en az olduğu yerlerde bile oldukça engebelidir. Bu yaylalar, engebeli olmanın ötesinde, son derece taşlık, işlenmesi zor ve hiç bir mahsule uygun olmayan bir toprak yapısına sahiptir. Onlar tarım yapacak olsalar bile, ürün yetiştirmek için yeterli toprak bulamazlar. Burada, ne araziyi sulamak, ne de tahıl yetiştirmek mümkün değildir; çünkü bu bölgede düz bir arazi bulunmaz ve hatta buralarda ağaç da yetiştiği halde, bunlar meyve vermeyen ağaçlardır. Zira bu bölge; bitmek bilmeyen kışın etkisiyle, uzun süre kar altında kaldığından, ilkbaharın başlangıç dönemi son derece belirsiz ve düzensizdir. Bu nedenlerden dolayı Tzaniler eski çağlarda bağımsız bir yaşam sürmüşlerdir, ama şimdiki imparator Justinianus’un saltanatı sırasında, general Tzittas’ın komutasındaki bir Roma ordusu tarafından bozguna uğratıldılar ve hepsi kısa sürede mücadeleden vazgeçerek boyun eğdiler. Böylece, tehlikeli bir özgürlüğün yerine, sıkıntısı daha az olan esareti tercih etmiş oldular. Ve onlar hemen Tanrıya itaat ederek, Hristiyanlığı kabul ettiler. Böylece, her tür haydutluktan vazgeçerek yaşam biçimlerini huzurlu bir yola sokmuş oldular ve -daha sonra- düşmana karşı sefere çıkıldığında, her zaman Romalıların yanında yer aldılar. Ve imparator Justinianus, Tzani’lerin bir zaman sonra yaşam biçimlerini tekrar değiştirerek, daha ilkel olan eski geleneklerine dönebilecekleri endişesiyle, aşağıdaki önlemleri tasarladı:
Tzanika ulaşılması zor bir memleketti, özellikle de atlılar için bu kesinlikle mümkün değildi, zira belirtmiş olduğum gibi her taraf uçurumlarla çevrili ve ormanlarla kaplıydı. Bu nedenle Tzanilerin komşuları ile ilişki kurmaları mümkün olmuyordu ve yabani hayvanlar misali, kendi aralarında izole bir yaşam sürüyorlardı. Bu durumu değiştirmek için, imparatorun emri ile ulaşıma engel olan ormanlarda ağaçlar kesilerek yollar açıldı ve engebeli yerler düzeltilerek, atların ilerleyebilmesi için uygun hale getirildi. Bu şekilde onların komşularıyla ilişki kurmaya yönelmeleri ve normal insanlar gibi diğer toplumlarla biraraya gelmeleri sağlanmış oldu. Daha sonra imparator, Skhamalinişi adıyla bilinen bir yerde onlar için bir kilise inşa ettirdi ve böylece onlara, ayinlerini gerçekleştirmeleri, kutsanmış ekmeği bölüşmeleri, dualarla tanrıya sığınmaları ve diğer dini vecibeleri yerine getirebilmeleri için imkan sağlamış oldu. Bu sayede, artık onlar da insan olduklarını bileceklerdi. Ve memleketin her tarafına kaleler inşa etti, Roma ordusunun bu güçlü garnizonlarında onlara görevler vererek, diğer toplumlarla ilişki kurmalarını kolaylaştırdı. Şimdi Tzanika’da inşa edilen bu kalelerin yerlerini sayacağım...”
(Prokopius,Yapılar,III.vi.1-14)

Prokopius'un bahsettiği Hristiyanlaştırma çalışmaları, bölge yerli halkının Hristiyanlıkla gerçek anlamda tanışmasının, Justinianus döneminde gerçekleştiğini göstermektedir. Bölgede devlet hakimiyetini kurmak için önemli bir araç olarak kullanılan Hristiyanlık, sonraki yıllarda da bölge kırsal kesiminin Rumlaşması ve bölgede Bizans egemenliğinin kökleşmesi açısından önemli bir rol üstlenecektir. Bugün hala bölgede aynı şekilde devam ettirilen yaylacılık geleneği de Prokopius'un söz ettiği bir başka ilginç ayrıntı olarak dikkat çekmektedir ;

“...Ve buradan biraz doğu tarafına gidildiğinde, kuzeye doğru uzanan sarp bir vadi vardır; -imparator- burada da Barkhon isimli büyük bir yeni kale inşa ettirdi. Söylediklerine göre, bu kalenin ötesinde, dağların aşağı tarafları Okeniti Tzanilerinin sığırlarını barındırdıkları köylerin bulunduğu yerlerdir. Onlar bu sığırları, toprağı sürüp işlemek için değil, sürekli bir süt kaynağına sahip olmak ve etleriyle beslenmek için yetiştirirler.” (Prokopius,Yapılar,III.vi.20-21)

http://www.surmene.net/surmene_tarihce.htm

MAÇKA

Maçka'nın tarihini yazmaya yardım edecek kazı çalışmaları ne yazık ki yapılmamıştır. İlçenin, en azından, belgelere geçmiş 2400 yıllık bir geçmişi vardır. Bu geçmiş, onun ilçe olarak değil, yerleşme yeri olarak varlığı ile ilgilidir.

Maçka sözcüğünün Kafkas dillerinden geldiği, sonradan yerli Hıristiyanların ağzında değişik biçimde söylendiği biliniyor. M.Ö. 1040 yıllarında bile önemli bir yerleşme merkezi olan Trabzon'u Erzurum ve Erzincan'da yaşayan insanlara bağlayan bir yayla-köprüsü konumunda olduğu açıktır. Maçka yörelerinde, ilk yerleşme yerlerinin, savunma amacıyla, sürekli tarıma geçilmediğinden beslenme etkisiyle yüksek yerlerde, yaylalarda oluştuğu bellidir.

Trabzon dolaylarında ilk düzenli, yerleşik devlet M.Ö. 298 dolaylarında kurulmuştu. Pontus Devleti 225 yıl bağımsız yaşadıktan sonra bir Roma ülkesi durumuna geldi. Trabzon-Maçka ilçesinin de bulunduğu bütün bölge Bizans adını alan Doğu Roma İmparatorluğu'nun egemenliği altında kaldı. (M.S. 395) 1461 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından Osmanlı egemenliğine geçmiştir.

http://www.macka.bel.tr/icerik.asp?id=35

OF

Doğu Karadeniz Bölgesinin tarihi ve özellikle bölgenin en önemli şehri olan Trabzon'un tarihi ele alındığında, batılı tarihçilerin büyük bir çoğunluğu bölge tarihinin Yunan kolonileriyle başladığını vurgulamaktadırlar. Halbuki bölgeye Yunan kolonileri gelmeden önce bir çok tarihçinin de belirttiği gibi bölgede Turani ırkına mensup kavimler bulunmakta idi.

Turani ırkına mensup insanlar Milattan binlerce yıl önce Orta Asya'dan göç ederek Doğu Karadeniz Bölgesine yerleşmişlerdir. Bölge muhtelif zamanlarda Yunanlılar tarafından işgal edilmiş ve kısa süreli koloniler kurulmuştur. Bu koloni idareleri, yerli Turani halkı kapsamıyordu. Bu koloni devletlerinin en güçlü oldukları zamanlarda bile hükümranlıkları ancak bulundukları surlar içinde sınırlı kalmıştır. Sur dışında yaşayan Turani kavimler ise Oğuz-Türkmen ve Çepni Türklerinin hakimiyeti altında yaşamışlardır. Bölge, Roma İmparatorluğunun parçalanmasıyla Doğu Roma olarak bilinen Bizans'ın payına düşer. Bu hakimiyet, 1204 yılında Latinlerin İstanbul'u işgal etmesine kadar devam eder.

Bu tarihten sonra 1461 yılına kadar (Fatih Sultan Mehmet'in Trabzon'u fethi), yine Bizans İmparatorluğunun uzantısı olan, Bizans hanedanı Komnenosların kurmuş olduğu Trabzon Rum Devleti'nin egemenliğinde kalır. 4. yy. başlarında Hıristiyanlığın Roma İmparatorluğu tarafından resmi din olarak kabul edilmesiyle, bu din halk arasında hızla ve serbestçe yayılmaya başladı. Daha önce Doğu Karadeniz'de yaşayan kavimler de Hıristiyanlığa geçmeye başladılar. Hiristiyanlaşan bu kavimler tedrici bir şekilde Doğu Kilisesi'nin resmi dili olan Yunanca'yı öğrenmek zorunda kaldılar. Özellikle 10. yy. dan sonra Papazların telkinleriyle bu dili konuşmak daha da yaygınlaştı. Zira Papazlar "İncil'in dili dışında bir dilde konuşulan her kelime cehenneme gitmek için işlenen bir günah olarak hesaplanacaktır" şeklinde telkinlerde bulunmakta idi. Bu durum, yerel halkın kendi dilleriyle karışık bir Yunanca ya da halk arasında bilinen adıyla Rumca konuşulmasına neden olmuştur. İzlenen bu Bizans siyaseti, yerel dillerin, inançların ve geleneklerin büyük bir çoğunluğunun belleklerden silinmesine, kısaca yerli unsurların asimile olmasına neden olmuştur.

12. asırda 40 bin Kuman ailesi Gürcistan üzerinden göç ederek Doğu Karadeniz'e yerleşmiştir. Trabzon yöresine yerleşen Kumanlar hıristiyanlığı kabul etmelerine rağmen, Türk kimliklerini asla unutmamışlardır. Hatta Öz Türkçe isimler kullandıkları Trabzon Rum devletine ait belgelerden ve Osmanlı arşivlerinden anlaşılmaktadır.

http://www.oflular.com/of.asp?s=1

AKÇAABAT

Şehrin kuruluşuyla ilgili araştırmalar ilk yerlilerin Ege kıyılarından gelerek buralara yerleştiğini öne süren batılı araştırmacılar ile buraların Asya kökenli ya da Türk olduğunu ortaya koyan araştırmacılar arasında yoğunlaşır.

Çınar ağaçlarının çokluğundan ötürü Pulathane adıyla anılan şehrin; sonraları ticaretin gelişmesi ve paranın bolluğundan dolayı Akçaabat adını aldığını belirten araştırmacıların yanı sıra beyaz evlerinden dolayı şehrin Akçaabat adını aldığını iddia eden araştırmacılar ile eski Türkçe’den kaynaklanan batıdaki şehir anlamına geldiğini söyleyen araştırmacılar da vardır.

Fatih Sultan Mehmet tarafından 1461 yılında fethedilen, Akçaabat’ta Roma, Bizans, Kommenos ve Osmanlı dönemine ait tarihi yapıt ve izlere rastlamak mümkündür. Akçaabat ‘ın; Osmanlı dönemine ait kaynaklarda şehir merkezi “Pulathane”, ilçe geneli ise “Akçeabâd” olarak geçmektedir.

http://www.akcaabat.net/akcaabatin-tarihcesi.html

VAKFIKEBİR

Kuruluş tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber çok eski bir yerleşim yeridir. Tarihi boyunca Hitit, Pers, Roma, Bizans ve Trabzon Rum İmparatorluğu’nun hakimiyetinde kalan Vakfıkebir, 1461 yılında Fatih Sultan Mehmet'in Trabzon Rum İmparatorluğu'nu yıkması ile Osmanlı İmparatorluğu’nun hakimiyetine girmiştir.

Trabzon’un fethinden sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun değişik bölgelerinden gelen Türk boyları Vakfıkebir’e yerleşmişlerdir. Gelen boyların yeni yerleşim yerlerini benimsemeleri ve kültürlerini bölgeye taşımaları sonucunda Vakfıkebir çok kısa sürede bir Türk yurdu olmuştur.

Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırlarına katılmasından sonra çeşitli idari kademelere ve isimlere maruz kalan Vakfıkebir 1864 tarihli Osmanlı Vilayet Kanunu çerçevesinde 1874 yılında Trabzon vilayetine bağlı bir ilçe olmuştur.

Vakfıkebir, 20 Temmuz 1916 tarihinde Rus Çarlığının işgaline uğramış ve 14 Şubat 1918 tarihinde işgalden kurtarılmıştır. İşgal altında geçen dönem halk arasında “Muhaceret Dönemi” olarak anılmakta ve her yıl 14 Şubat tarihinde işgalden kurtuluş törenlerle kutlanmaktadır.



Vakfıkebir'den eski bir fotoğraf... Fotoğrafta Vakfıkebir İskele'sinden ilçenin genel görünümü yer almakta.

İlçe halkı ülkenin kurtulması ve bağımsız bir Türk devleti kurulması çalışmalarında hep Atatürk’ün yanında yer almıştır. Bu çerçevede ilçe halkı aldıkları bir kararla Kellecioğlu Abdullah Hasip (Ataman) Beyi Erzurum Kongresi’ne Büyükliman Delegesi olarak göndermiştir. Abdullah Hasip Bey, Erzurum Kongresi'nin iki yazmanından birisi olarak görev yapmıştır.

Vakfıkebir, Cumhuriyetin kuruluşu ile beraber ilçe olma özelliğini ve sınırlarını korumuştur. Bu tarihte ilçenin merkez ile birlikte altı nahiyesi, dokuz beldesi ve 135 köyü vardır. Bu nahiyelerden 10 Mart 1954 tarih ve 6324 sayılı kanunla Tonya, 19 Haziran 1987 tarih ve 3392 sayılı kanunla Beşikdüzü ve Şalpazarı, 9 Mayıs 1990 tarih ve 3644 sayılı kanunla Çarşıbaşı ilçe olmuş ve Vakfıkebir'den ayrılmışlardır. Bugün ilçenin Yalıköy adında bir beldesi ve 34 köyü mevcuttur.

İlçe tarihinde Büyükliman ve Fol isimleri ile de anılmıştır. Fol isminin kaynağı ilçenin 45 kilometre güneyinden doğan Fol deresidir. Vakfıkebir bugünkü adını ise, Yavuz Sultan Selim annesi Gülbahar Hatun’dan almıştır. O tarihte Trabzon Valisi olan oğlu Şehzade Selim’i görmek için İstanbul'dan Trabzon’a deniz yoluyla seyahat eden Gülbahar Hatun büyük bir fırtınaya yakalanmış, kurtulması halinde karaya ayak basacağı toprakları Allah'a vakfedeceğini adamıştır. O zamanki adıyla Büyükliman olan yerleşim merkezinde toprağa ayak basan Gülbahar Hatun bu toprakları vakfeder. Vakfedenin büyük (padişah eşi) olmasından dolayı bu tarihten sonra yörenin adı Vakfıkebir (Büyük Vakıf) olmuştur.

Vakfıkebir adının beş yüz yıllık geçmişi olmasına rağmen halk arasında Fol ve Büyükliman adları zaman zaman kullanılmaktadır.

http://tr.wikipedia.org/wiki/Vakf%C4%B1kebir

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder